Vefat haberini evde almıştım ve ev hemen o anda yasa büründü. Evinden çıkarılan naaşının halk tarafından Mustafa Paşa Camiine kadar yaya olarak taşınması, Mustafa Paşa ve Kabristandaki kalabalığı o günden sonra bir daha görmedim ve eminim Mustafa Paşa ve Kabristan da görmemiştir. O gün babamın ilk ve tek kez ağladığını gördüm. O gözyaşı 10 yıl sonra bile birşeyler anlatmaya devam ediyor. Hocamızı vefatının 10. yılında rahmetle yad ediyoruz.
Eski Üsküp sokaklarında yürürken şehrin dili, tarihi, yemekleri ve diğer tüm kültürel unsurları size haykırırcasına şehrin kimliğini anlatır. Üsküp’e sadece turistik bir nazarla bakılarak anlaşılacak bu unsurlarından ziyade şehrin kalbini temsil eden değerleri anlamak için oranın alimlerini tanımak, onları dinlemek gerekir. 2005 yılının Kasım ayında vefat eden Hafız İdris Hocaefendi tam da bahsettiğim bu ölçekte değerli bir alim ve şehrin kudemâsını, geleneğini temsil eden son şahsiyet idi. Onun belki de en genç ve son talebesi olmanın vermiş olduğu heyecan, bu metni kaleme alırken elimi titretiyor. Ama anlatmaya cürret edeceğim zira bunu bir vefa borcu olarak görüyorum.
Hafız İdris Hocaefendi’yi ilk görüşüm bir bayram gününde idi. Babam ve amcalarımla bayram ziyaretlerine çıkmıştık, birkaç ev gezdikten sonra Hocaefendinin evine girdik. Büyüklerim bayramlaştıktan sonra, elini öptüm ve köşeye çekildim. Daha ilk görüşte Hocaefendi’nin dış görünüşü bile beni etkilemişti; sarığı, takım elbisesi ve duruşu. Konuşmasındaki naiflik, anlaşılırlık ve açıklık 5-6 yaşlarındaki beni (o yaşlardaki çocuğun aklının şekerde, bayram harçlığında olması beklenir) bile gözümü kıpırdatmadan dinlemeye itmişti. Bir de o günden aklımda kalan diğer bir hatıra, babam ve amcalarımın Hocaefendi’ye gösterdikleri aşırı saygı ve hürmet olmuştu.
Aradan 2-3 yıl geçtikten sonra babam, Hafız İdris Hocaefendiyle konuştuğunu ve kendisinde Kuran-ı Kerim’i hıfz etmeye başlayabileceğimi söyledi. Hafızlığa başlamadan önce deneme amaçlı birkaç sureyi ezberlemeye başladım. Çok sonradan Hocaefendi’nin yaşlandığı için beni kabul etmek istemediğini ama ısrarlar sonunda kabul ettiğini ve hafızlık eğitimi için kolay kolay talebe kabul etmediğini, hafızlık konusunda ciddi olup olmadığını denemek için birkaç deneme yaptırdığını öğrendim. Velhasılıkelam, ben haftanın dört günü sabah saatlerinde dersimi dinletmeye gidiyordum. Kendisini hiçbir zaman sarıksız görmemişimdir. Giriş kapısının sol tarafında kalan çalışma odasında talebelerini dinliyordu. İlerlemiş yaşından dolayı çok fazla talebe kabul etmiyordu. O dönem torunlarıyla birlikte 5-6 tane talebesi bulunuyordu. Çalışma odasında girdiğimde onu genellikle çalışma masasında Kuran-ı Kerim yada kitap, dergi tarzı şeyler okurken görüyordum. Biz de o sırada dersimizi “pişirmeye” çalışıyorduk. Bizi dinler, dersimizi iyi yapmadığımızda orda beraber çalışır ve dersimizi iyice ezberlemeden yenisini vermezdi. Hiçbir defa kızıp bağırdığını hatırlamıyorum. Bir yaramazlık yaptığımızda en fazla “kerata” kelimesiyle bizi ikaz ederdi. Malesef kendisinden çok fazla yararlanamadan, çok şey alamadan vefat etti.
Vefat haberini evde almıştım ve ev hemen o anda yasa büründü. Evinden çıkarılan naaşının halk tarafından Mustafa Paşa camiine kadar yaya olarak taşınması, Mustafa Paşa ve Kabristandaki kalabalığı o günden sonra bir daha görmedim ve eminim Mustafa Paşa ve Kabristan da görmemiştir. O gün babamın ilk ve tek kez ağladığını gördüm. Babamın gözünden çıkan o yaş damlası yere değil sanki benim içime düşmüştü. O damlada Üsküp’ün, Balkanların ve Dünya Müslümanlarının çok anlamlı birini kaybettiğini hissettim. Hocaefendi’yi daha yeni yeni tanımaya başlamıştım ki onu kaybettik. Bu güzel, şahşahlı bir pastayı görüpte tadamamak gibi birşey oldu benim için. İşte bu yüzden de onu anlama gayretine girdim:
Hafız İdris Hocaefendi 15 Kasım 1936’da Üsküp’ün Dükkancık mahallesinde dünyaya gelir. Babası, Üsküp’ün birçok camiinde görev yapmış Hafız İbrahim Efendi, annesi ise Fikriye Hatun’dur. 1945 yılında, babası merhum Hafız İbrahim Efendi’de Kur’an-ı Kerim hafızlığına başlar ve iki yıl içinde hafızlığını tamamlar. Hemen akabinde yine babasında eski usul dini ilimler tahsiline başlar. 1957 tarihinde Makedonya Diyanet İşleri Reisi tarafından Dükkancık Camii’ne imam ve hatib olarak ilk resmi görevine atanır. Bu resmi görevden önce Dükkancık mahallesinde bulunan ve kimsenin, siyasi sistemden dolayı girmeye cesaret edemediği atıl halde bulunan Dükkancık camiinin kapılarını kardeşi ile birlikte açar ve camiiyi temizleyip namaz kılınabilir hale getirir. Bu camide kendisi imam, kardeşi de müezzin olarak 5 yıl vazifede bulunurlar.
1963 Üsküp depreminde Dükkancık camiinin hasar görüp namaz kılınamaz hale gelmesinden ötürü Hafız İdris Hocaefendi Üsküp Yelen Kapan Camiine imam ve hatip olarak atanır. Yelen Kapan Camiinde görevdeyken imam ve hatiplik vazifesi yanında talebe okutmaya başlar ve ilk hafız talebelerini burada yetiştirir, bunun yanında eski usul dini ilimleri tedrisata da burada başlar. 1964 yılında Ülfet hanımla evlenir, ikisi kız ikisi erkek olmak üzere dört çocuğu dünyaya gelir. Çocuklarından üçü Kuran-ı Kerim hafızı olup ailesinin hafızlar ailesi ünvanını devam ettirmişlerdir. 1969 yılında 30 yıl görev yapacağı Üsküp Alaca (İshak Bey) Camiine atanır. Alaca Camiinde de sistemin şiddetli baskılarına rağmen, eski usul dini ilimleri tahsil eden üç nesili burada yetiştirecektir. Bu talebelere Arapça dilbilgisi dersleri olan Sarf ve Nahv’ın yanısıra diğer İslami ilimlerden Tefsir, Hadis, Fıkıh okutacaktır. Görev aldığı her camiiyi medreseye dönüştüren Hocaefendi “Alaca Medresesi’nde” 20 hafız ve sayısı bilinmeyen yüzlerce gence Kur’an-ı Kerim okumayı öğretecektir. 1973’te övgüyle bahsettiği hoca babası Hafız İbrahim Efendiyi, 1979’da da annesi Fikriye hanımı kaybeder. 1999 yılında Makedonya İslam Birliğine sunduğu istifa dilekçesi ile 3 Eylül Cuma günü Alaca Camii kürsüsünde verdiği son vaazıyla görevinden ayrılır. 47 yıl sıkılmadan, durmadan, yorulmadan yaptığı vazifeden çekilir ve vefatına kadar münzevi bir hayat sürer. 17 Kasım 2005 yılında Hakk’ın rahmetine kavuşur.
Hafız İdriz Hocaefendi, Üsküp hatta Balkanların gördüğü son klasik hocaefendidir. Hocaefendinin ilmini, irfanını ve ahlakını kalemle satırlara dökmek imkansız olacaktır. Kendisi Balkanlarda ve özellikle Üsküp civarında yürüyen bir Kur’an-ı Kerim, yürüyen bir hadis-i şerif, yürüyen bir tefsir, yürüyen bir tarih, yürüyen bir Arapça – Osmanlıca lügat ve yürüyen bir ilm-i hal idi. Yiğenlerine ve talebelerine sık sık şu tavsiyede bulunurdu: “Kur’an- ı Kerim ve Peygamberin hadisine bağlı olun; ilim ve ilimle amel etmeyi sakın esirgemeyin; geçmiş ve gelecek alimlere saygılı olun; büyüklere saygılı ve küçüklere merhametli olun; israftan kaçının ve ahireti unutmayın.” Üsküp halkının kendisinden yeteri derece de istifade etmediğini düşünür ve buna çok üzülürdü. Nitekim Üsküp halkı da hocaefendinin vefatından sonra aynı hüzne kapılmışlardır.
Bir talebesi, “dönemin baskıcı rejimi tarafından sürekli gözetim altındaydık. Dikkat çekmemek için İslami ilimleri camide namaz vakitlerinden önce ve sonra öğreniyorduk. Bazen yatsı namazından sonra ders yapmak zorunda kalırdık ve ışık görülmesin diye pencerelere battaniye asardık” sözleri, Hocaefendinin ve talebelerinin nasıl zor şartlar altında ilim gördüklerini özetler. Hafız İdriz Hocaefendi vaazlarında hakkı söylediği için rejim tarafından uyarılıyordu, her yere sarık ve cübbesiyle gittiği gibi emniyete de sarık ve cübbesiyle giderdi. Hocaefendi sarığı konusunda çok hassastı. Bu kararlılığı bir başka talebesi şöyle açıklar: “Hocam ile Preşova’ya gidiyorduk. Sırbistan gümrüklerinde denetim çok sıkıydı. Herkes kontrol ediliyordu. Ben Hocaefendi ile gümrükte iken çok tedirgin olmuştum. Sırp polisi bizi kontrol etmeye gelince sarığın içinde birşey olup olmadığından şüphelendiğini ve hocanın başından sarığını çıkarmasını istedi. Hocaefendi ise muazzam bir kararlılıkla bunu reddetti. O sırada polis, komutanına bu durumu bildirmeye giderken ben hocaya yüz ifadesiyle “sarığı çıkarsanız daha faydalı olabilir” demiştim. Hocaefendinin tavrı netti ve “ben başımı veririm sarığımı çıkarmam, bedenimi veririm, cübbemi vermem” demişti. En sonunda Sırp polis bu kararlılık karşısında boyun eğip, yolumuza hocaefendi sarığını çıkarmadan devam ettik. Bu hatıra, bana hocaefendinin bizim genç olmamıza rağmen gösteremediğimiz o cesareti gerektiği anda nasıl gösterdiğini anımsatır”.
Hocaefendi aynı zamanda şairdi, el yazısı çok güzeldi ve Osmanlıca imla dersleri de veriyordu. Çok titiz davranır, ilme ve güzel olan herşeye çok meraklıydı. Kendisi bir Osmanlı aşığıydı, Osmanlı ulemasının sahip olduğu çoğu özelliklere sahipti. O, Osmanlı ulema zincirinin son halkasıydı demek abartı olmayacaktır. Hitabeti de değişikti, öyle tatlı dille anlatırdı ki, karşıdaki insanın etkilenmemesi imkansızdı. Talebelerine bir konuyu anlatırken sürekli “anlatabildim mi” diye sorarmış. Talebelerinden biri de birgün ona, hocam neden her hocanın sorduğu gibi “anladınız mı” demiyorsunuz da “anlatabildim mi” diyorsunuz diye sorar. Kendisi de cevaben benim felsefemde “anlamamak” yoktur, “anlatamamak” vardır diyerek mütevaziliğini ortaya koyar. Hocaefendinin yetiştirdiği talebeler ümmet için umut ışığı olmuşlardır. İster görev aldıkları camiilerdeki çeşitli faaliyetleriyle, ister üniversitelerin akademik kadrolarında yer almalarıyla ve Makedonya müslüman toplumuna dini yayınların girmesi konusunda olsun Hocaefendinin çizgisinden gitmeye çalışmış ve yaptıkları hizmetlerle muhterem Hocaefendiyi yad etmektedirler.
Son olarak, biz gençlerin evlatlarımız yanında “kimin için” gözyaşı dökeceğimiz ve 17 Kasım 2005 akşamı Hocaefendi ile birlikte neleri kaybettiğimizi gözden geçirmek, “biz nereye gidiyoruz” sorusuna cevap bulmaya bir nebze olsun yardımcı olacaktır diye düşünüyorum…
Allah (c.c) Hafız İdriz Hocaefendi’den razı olsun, gani gani rahmet eylesin . .
Seyyid Emin / DünyaBizim