Çocukluğunu hatırladığında, insan sadece yaşadığı bazı anıların dışında etraftan etki eden birçok şeyi de kendi çocukluğuyla beraber harmanlanmış bir şekilde hatırlıyor. Geriye baktığımızda kulağımıza okunan dualar bazen, o duaların içinde canlandırdığımız karakterler, hayalini kurduğumuz melekler süsler bu anıları. Küçük kitapçıklardaki masallar ya da kısa kısa hikâyelerin içindeki başkahramanların yüzü de canlanır olur olmaz zamanlarda. Televizyonlarda şimdiki gibi çocuk kanalları olmasa da izlediğimiz bazı çocuk filmleri de sanki bizim çocukluğumuzdanmış gibi gelir. Pazar veya Cumartesi günleri yabancı dilde olan fakat Makedonca altyazılı nice filmler oynatılırdı. Kocaman bir çiftlik, o çiftlikte yalınayak koşan çocuklar ve bazen de o çocukların en yakın arkadaşları olan köpeklerle olan maceralarını sanki biz yaşamışız gibi hissederiz.
Bazen öyle anılar canlanır ki hafızamda, o kadar net hatırlarım ki bazı şeyleri acaba kaç yaşındaydım bütün bunlar olurken diye düşünmeye koyulurum. Mesela Türkiye’den gelen kuzenlerimle topluca kustuğumuzu, yediğimiz bir şeyden ötürü hastalandığımızı hatırlıyorum. Babamın Türkiye’den getirttiği kırmızı ceket ile pantolonlarım vardı ne çok sevmiştim onları, yıllar önce annemin sakladığı bir dolaptan onların çıktığını görünce şöyle bir baktım, nereden baksan iki veya üç yaşında bir çocuğun giyebildiği bir elbise, oysa ne kadar çok anı hatırlıyorum onlarla ilgili. Demek ki insan üç yaşındaki bazı anılarını da hatırlayabilir diyorum içimden.
Özellikle yeni alınmış bir fotoğraf makinesi vardı, onunla evin avlusunda çekilmiş resimler, o anı da çok iyi hatırlıyorum mesela, şimdi evdeki bazı fotoğraflarda o resimlere bakınca resim çekilirken poz vermeye çalıştığımızda edilen bazı muhabbetleri kulağımda uğultu gibi duyuyorum, bazı güzel yemeklerin tatları da buna dâhil. Fotoğraftaki diğer insanlara bakıp o anla ilgili bir konuyu paylaşıyorum; yüzüme tuhaf baktıkları oluyor, oysa benden daha büyükler yaşça, verdikleri cevap “bilmem hatırlamıyorum” oluyor. Resimdeki kendime bakıyorum, aynı dönem yine yaklaşık üç veya dört yaşları arasındayım.
Hatırladıklarım sadece bunlar değil, annemin elbiseleri, onların renkleri, babamın gazete okuması, geceleri uykudan uyanıp annemin yanına koştuğum anlar, abimlerin sünnet düğünü, salıncağım, orada annemin beni uyutmaya çalıştığı ve uyuturken söylediği ninniler, rahmetli dedemle -ki kendisi ben altı yaşındayken vefat etmiş- ettiğimiz muhabbetler… Bir seferinde o kadar yol yürümüştük ki onunla ayaklarımın yorgunluğu gibi birçok olay gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. Oysa dedem vefat etmeden önce iki yıl kadar felçliydi; yürüyemiyor, konuşamıyordu. Bazı psikologlara göre insanın o yaşları hatırlaması çok zor, bazen de aslında onları hayal ettiğimizi söylüyorlar. Yine de eski fotoğraflara bakınca anıların birbiriyle uyuştuğunu fark ediyorum. Aile içinde de zaten çoğu zaman hakkımda “sen de ne kadar çok şeyi hatırlıyorsun öyle” deyip gülüşüyorlar. Bilerek yaptığım bir şey değil sonuçta, o anılar hafızamda ayan beyan dolanıyor bazı zamanlarda. O kadar çok şey var ki hem görüntü hem ses olarak, hatta koku bile alıp götürüyor çok eskilere.
Şu anda aklıma gelen küçük bir anımı paylaşmak isterim. İnsan acaba ana dilinden sonra ne zaman farklı bir dil öğrenmeye başlayabilir diye bir soru sorsalar, o döneme dönüp kendimden hareketle cevap verebilirim. Yaklaşık yine iki-üç yaşları arasındaydım. Annem Türk ve haliyle evde hep Türkçe konuşuyoruz, yengemse Arnavut ve hiç Türkçe bilmiyor. Amcamın kızı ve benim aramda bir yaş kadar fark var. O Türkçe bilmiyor ben Arnavutça bilmiyorum. Aynı avluda üç ev var; büyük yengem Türk, annem ortanca gelin, küçük yengemle konuşamıyorum, o çat pat bir şeyler söylüyor ama anlamıyorum. Yeğenimle yeni yeni oyunlar oynuyoruz, çok fazla oyuncağımız yok ama elimizdekileri paylaşıyoruz. Kapıyı çaldı, el hareketleriyle anlaşmaya çalışıyoruz, sessiz sakin oynuyoruz, o konuşuyor ben konuşuyorum ama ikimiz de farklı dillerde. Uzun bir dönem el kol hareketleriyle anlaştık. Sonra yavaş yavaş birbirimizle anlaşmaya başladık. Özellikle o da Türkçe okula kaydını yaptıktan sonra artık tamamen Türkçe konuşmaya başladı, ben de ilkokula kaydımı yaptığımda yengemle konuşabiliyordum. Demek ki insan 6-7 yaşına kadar farklı bir dili de konuşabilir duruma gelebiliyormuş. Bakkala ekmek almaya gide gele de Makedonca öğrenmeye başladık. Birkaç komşu çocuğuyla pratik yapınca, izlediğimiz filmlerin alt yazılarını kendi kendimize okumaya başladığımızda okulda gördüğümüz Makedonca dersi için de önceden hazırlığımız olmuştu.
Bugünün çocukları ve onların çocukluklarını bizim o dönem çocukluğumuzla karşılaştırdığımda arada o kadar çok fark görüyorum ki… Ne yazık ki bizim kadar şanslı değiller. Burada olduğu gibi diğer ülkelerde de dikkatimi çeken şey, çocukların sosyalleşmesi konusunda ailelerin cimriliği. Belki de zaman onu gerektiriyor bilemem ama oyun parklarında bizim gözetimimiz altında, balkonlarda ya da alış veriş merkezlerindeki oyun alanlarında sosyalleşebilme imkânları var sadece. Bizde artık farklı bir dil öğrenebilmek için anneler babalar bütün iş yoğunluğuna rağmen dil kurslarını kapı kapı dolaşıyorlar. Üsküp ya da diğer şehirlerdeki o eski mahalleler de kalmadı, arabaların yoğunluğundan her boş alanı araba park yeri yapma derdinde herkes. Yeşil ve boş alanlar alış veriş merkezleri ya da apartman projeleriyle doldu taştı. Yapılanma, modernleşme adı altında yavaş yavaş çocuklarımızın alanlarını daraltıp onların hatıralarını da daralttığımızın farkında mıyız bilmiyorum. Özellikle farklı kültürlerin birlikte yaşadığı, örneğin Balkanlarda olduğu gibi birbirinin dilini ve kültürünü tanımadan büyüyen bir nesil oluşuyor.
Sosyalleşmenin bir de “sosyal medya” diye bir tehdit oluşturduğu şu dönemde ailelerin biraz daha sağduyulu olması gerek. Mesela “misafirlikleri” terk ettik, kuzenlerle sadece doğum günü partilerinde buluşan çocuklarımızı ne gibi tehlikelere attığımızın farkında mıyız bilmiyorum. Diğer kültürleri geçtim, akraba ziyaretleri ne kadar oluyor ya da bu akraba ziyaretlerinde çocuklar çok “gürültü” çıkarmasın diye ellerine tutuşturduğumuz telefonlar ne kadar masum. Yeni yeni türeyen bazı psikolojik hastalıklarla, çocukların yaş sendromlarıyla, agresiflikleriyle, yaramazlıklarıyla şikâyet eden aileler var. Hafızamızda yaşayan çocukluğumuzla övünürken, çabuk tüketilen ve hep yenileri gelen bazı bilgisayar oyunlarıyla çocuklarımızın beyinlerine ne gibi zararlar verdiğimizi biliyor muyuz? Onlar ne hatırlayacak ilerde merak ediyor muyuz?
“Şimdiki çocuklar” diye hiçbir cümleye eleştiriyle başlamayın, çocuk çocuktur, “şimdiki aileler” diye önce kendimizden eleştirmeye başlayalım. Farkındayım, yeni oyuncaklar alınca hemen sıkılıyorlar, ertesi gün yeni bir şey istiyorlar. Onlar aslında bu dar alanlardan sıkılıyor. Anne babalar çalışıyor onun da farkındayım. Zaman öyle acımasız ki… Herkes güzel bir gelecek için çalışadursun, biz “bugünü” kaybediyoruz.
Peki çözüm nedir? Derin bir nefes alıp biraz düşünmekte fayda var. Eski bir film vardı, baba ve oğlu savaşın ortasında kalmıştı, baba da oğluna bir savaş olduğunu yansıtmamak için her şeyi oyuna çeviriyordu. İşte bizler de bir savaşın ortasındayız, varsın biraz oyun oynayalım, hiçbir şey çocuklarımızın gününü mahvedecek kadar ciddi değil. Hayat her şeye rağmen güzeldir.