“Kişinin bildikleriyle amel etmesi, kişiye bilmediklerini de öğretir” diye güzel bir hadis var. Doğru bilgiye ulaştıran doğru bilginin yerinde kullanılmasının tabii bir tezahürü bu. Bilmediklerine “biliyor” süsü vermek ise kişiye bildiklerini de unutturur, maazallah. Amel örsünde dövülmeyen bilgiler gün gelir kişinin başına büyük işler açar, sen nereden bileceksin?
Yeryüzünde bazı bölgeler var, üzerine konuşmaya can atanların gidip de görmediği, yaşamadığı yerler. Gidip görüp yaşaması mümkün olan, hatta yanı başında olup da iki adım atma zahmetine tenezzül etmeyen ve hakkında uzman kesilip yeni unvanlar devşirmeye çalışan kişilerin uzaktan yakından ilgi ve alâkası olmayan yerler de var, orası Balkanlar meselâ. Sen nereden bileceksin?
En çok da böyle kişiler sever buna benzer bölgeler üzerine konuşmayı. Sayılarına bereket, var olsunlar; bize bir kez daha kökümüzü hatırlattıkları için. Mademki söz konusu olan biziz ve madem söz hakkı bize geçti, o hâlde ilgili kişi ve kişilere birkaç kelâm etme bahtiyarlığından mahrum etmeyelim kendimizi. Zira bizim de söz hakkımız var, sen nereden bileceksin?
Azizim! Balkanlar ya da Rumeli, ecdadın özellikle üzerine titrediği bir bölge olma özelliğine sahip. Erenlerin gönlünde Türklüğün ve İslam’ın mayalandığı ve Batı’ya taşındığı kilit havzadır burası. Anadolu denen ulu çınarın tohumlarının saçıldığı ve beş yüz elli yıl kök saldığı bir ulu sancaktır Rumeli, sen nereden bileceksin?
Her bir beldesinde çoğunun duvarı yıkılmış olsa bile minareleriyle meydan okuyan ve göğü delen o zarif mabetler ecdadın mührü mesabesindedir. Tekkesiyle, türbesiyle, çeşmesiyle, köprüsüyle, hamamıyla, mezar taşıyla, kitabesiyle Anadolu’nun desen desen işlendiği topraktır burası. Çiçeğinin, böceğinin, dağlarının, pınarlarının Anadolu Türküleriyle büyüdüğü, öttüğü, yükseldiği ve çağladığı diyardır burası, sen nereden bileceksin?
Mustafa Kemaller, Mehmet Akifler, Yahya Kemaller, İshak Çelebîler, Sabahattin Zaimler, Vusûlîler, Fahri Aliler, İlhami Eminler, Avni Engüllüler, Kemal Vatanlar ve daha nicelerinin filizlendiği ve Türklüğün Balkan toprağıyla yoğrularak dile geldiği ender bölgelerden biridir burası, sen nereden bileceksin?
İslam’ın Türklükle özdeşleştiği ve yediden yetmişe her milletin adaletine sığındığı cihanşümul bir devletin yüz yıl sonra bile hâlâ özlemle yâd edildiği, her bir renginin özünde Anadoluluk olan bir mozaiktir Balkanlar, sen nereden bileceksin?
Büyük bozgunda çetelerin sonsuz merhametine(!) maruz kalmamak için varını yoğunu bırakıp Anavatan’a göç yolunda çeşitli hastalıklar bahane edilerek kireç kuyularında yakılanlar kırma Türklerdi değil mi? Olmayan bir soykırımla bugün Türkiye’nin başına örülmedik çorap bırakmayanların, kanına girdikleri iki buçuk milyon çoluk çocuk, genç, yaşlı, kadın göçmen Türk değildi, bilmem hangi diyarın kim bilir hangi göçebe milletiydi öyle mi? Sen nereden bileceksin?
Geride kalanlar üzerinde ne tür sinsi emellerin denendiğini, nasıl çirkin oyunlara maruz bırakıldıklarını, hangi sularda eritilmeye çalışıldıklarını, nice kasırgalara terk edildiklerini, onca emeklerin nasıl heba edildiğini, mezardakilerin dahi ruhlarının incitildiğini; tüm bunların tek bir nedene indirgendiğini, onun da sadece Türk olmak olduğunu sen nereden bileceksin?
Sen şimdi Yücelciler’i de bilmezsin, olsun. Ama lutfedip kulak verirsen diyeceğimiz o ki: Tüm bu zikredilenlerin icra edildiği Balkanlar’da direnişin destanını yazanlardır Yücelciler. Hani Yugoslavya komünist rejimi tarafından tutuklandıktan sonra çaresiz kaldıklarında zamanın yöneticilerinize yardım çağrısı yapıldığında: “An itibariyle Misak-ı Milli hudutlarımız haricindeki Türkler ile ilgilenemeyiz” cevabı alınan Yücelciler. Tutuklandıktan sadece altı gün sonra idam edilen Şuayb Aziz, Âdem Ali, Nazmi Ömer ve Ali Abdurrahman’ın tek suçunun Türk olmak ve Türklerin hakkını müdafaa etmek olduğunu sen nereden bileceksin?
Hani o kalanların bir kısmı var ya, bugün hâlâ o topraklarda yaşayanlar, Türk’ün hası olanlar, Anadolu’nun bağrından koparılanlar, o ulu çınarın ısrarla filiz verdiği kırsal köylerde yaşam mücadelesi verenler; sen onları da bilmezsin: Onlar Yörüklerdir. Hani, Türkçe’nin dışında başka dil bilmediği için, kadınının Anadolu şalvarında, bahar çiçekli fistanında ısrar ettiği için, şefkatli eli tezek ve toprak koktuğu için, devlet dairelerinde çekinerek Türkçe konuştuğu için ve sırf Anadolu’yu, Türk’ü hatırlattığı için aşağılananlar, hor görülenler, dışlananlar, siyasi istismara maruz kalanlar; yine de kimseye küsmeyen ve canla başla çalışan, taşı sıkıp suyunu çıkaranlar var ya, işte onlar Yörük Türkleridir, sen nereden bileceksin?
Sen bilmezsin, 2000’lerde ilk uydu anten geldiğinde ve televizyondan Türkçeyi duyduğunda heyecanla karışık Anadolu hasretiyle ah çekip gözleri dolanları. Sen bilmezsin Kemal Sunal’ın, Şener Şen’in, Cüneyt Arkın’ın öz’e olan özlem ve hasretle ne kadar sevildiğini, İbrahim Tatlıses’in nasıl coşkuyla dinlenildiğini; daha birkaç yıl önce Türkiye’nin Başbakanı’na sarılıp hüngür hüngür ağlayan, konuşmadan çok şey anlatan, samimiyetiyle seni sarıp sarmalayan, sırf Türkiye’yi hatırlattığı için acı çaya talim olan Üsküp çarşı esnafını sen nereden bileceksin?
Görülmeden sevilen, duyulmadan hissedilen Anavatan’ın gönüllerde nasıl çıra gibi yandığını, Ay-Yıldızlı bayrağın bu yangını nasıl körüklediğini, için için harlandığını, sönmeyen ocak gibi daima tüttüğünü; öz toprağa ilk defa ayak basıldığında, hani bir an önce geçilmek istenen o hududun nasıl bağra basıldığını, damarlardaki kanın nasıl aktığını, iki bin yıllık bir tarihin bir bedende tepeden tırnağa neler yaşattığını, sen nereden bileceksin?
Ata Yurduna yöneltilen her bir tehditte avına atılmak üzere aslan misali bekleyen Üsküp, Gostivar, Debre, İştip, Radoviş, Ustrumca, Prizren, Mamuşa, Saraybosna, Yeni Pazar gençliğini, yıllanmış koca Türkleri sen bilemezsin. Yeryüzünde, hele Balkanlarda Türkiye uğruna canını vermeye hazır gönüllü asker sayısını bırak bilmeyi, tahmin bile edemezsin.
Yıllarca Türkiye sınırlarını size yanlış ezberlettiklerini, bu sınırların dışında Türk denen bir şey kalmadığını beyninize mıh gibi nasıl çaktıklarını, dışarıdakileri Almancı, Yabancı ve Göçmen zırvasıyla tanımlayıp sizi uyuttuklarını, bize yabancı gözüyle baktığınızı, dışladığınızı, ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaptığınızı, acınacak durumda olduğunuzu biz biliriz.
Bizim arkamızda artık devlet gibi devlet bir Türkiye olduğunu, en uzak diyarda en ücra köşedeki bir haneye bile Anavatanımızın şefkat elini uzattığını, her fırsatta her kurumuyla yaramızı saran bir Türk halkı olduğunu, nihayet yıllar sonra kardeşten öte ve aynı öze sahip olduğumuzu hatırlayan bir Türk iradesinin dile geldiğini, bu iradenin bundan sonra ilelebet süreceğini; tanımadığın Balkanlar’ı sana tanıtmak üzere oralarda Türk kahvesi eşliğinde en güzel şekilde ağırlamaya hazır bekleyen Türklerin olduğunu sen nereden bileceksin? Bilemezsin Azizim.
Başakşehir, Eylül – 2020