Şehre Şiirle Tutunmak: Günümüz Balkanında Türk Şiiri

Üsküp Yunus Emre Enstitüsü Eski Müdürü ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Mehmet Samsakçı tarafından kaleme alınan ve Balkanlardaki Türk şiirini anlatan “Şehre Şiirle Tutunmak: Günümüz Balkanında Türk Şiiri” başlıklı yazıyı siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Müslüman Türklerin Balkanlardaki varlığı Murad isimli iki padişahın kazandığı iki Kosova zaferinden sonra kesinleşir. Murad Hüdâvendigâr 1389 yazında Kosova ovasında Sırp Kral Lazar’ı dize getirmiş, muharebeden bir gece önce ettiği “Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlûb edip helâk eyleme!.. Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün Müslümanlar bayram etsin! Dilersen o bayram gününde şu Murad kulun yolunda kurbân olsun!..” duası kabul olmuş, Miloç Obiliç isimli bir talihsiz de savaşın içinde veya sonunda padişahı bir şekilde katletmiştir. Bu katlin kātili ve maktulü bellidir de şekli hakkında rivayet muhteliftir… 1448’de de 2. Murad yine bir Kosova zaferi elde etmiş ve Osmanlı’nın artık Balkanlardan sökülemeyeceğini dosta düşmana göstermiştir. Balkan topraklarındaki Türk varlığının – sonradan pek çoğu din değiştirse de – Kumanlar, Bulgarlar, Macarlar, Hazarlar gibi Türk soylu topluluklara dayandığını ve Timur badiresinde bile bu topraklardan bu yüzden çıkarılamadığımızı – yine bir Balkanlı şair – Yahya Kemal söylüyor.

Osmanlı, Balkan’ı bu ilk yıllardan itibaren ilmek ilmek örmüş, İstanbul’u fethetmeden 40 yıl evvel yapıcı kudretini meselâ Üsküp’te denemişti. Rumeli’de yaklaşık 600 yıl var olan Osmanlı’nın sırrı Yahya Kemal’e göre çok açıktır: “Bir toprakta askerle değil, milletle durulur”. Osmanlı, toprak elde etmemiş sadece, toprağa insanıyla, ruhuyla kendi rengini vermesini bilmiştir. Şehirler, kasabalar, köyler istilâ etmemiş, bunları vatan tutmuş, vatan bilmiştir. Türkçe oralarda yaşadığına göre hâlâ vatan bilmememiz için de hiçbir sebep yoktur. Zira şaire göre “Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır.”

Osmanlı’nın bu toprakları terke zorlanmasından sonra Türklük, devlet olarak değil belki ama millet olarak Balkanlarda varlığını sürdürdü. “Bir rüyadan arta kalmanın hüznü”nü yaşayan bu millet, ilk şoktan sonra yavaş yavaş toparlanmaya başlamış, evvelâ Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı, sonra I. Yugoslavya Cumhuriyeti ve II. Dünya Savaşının ardından kurulan Yugoslavya hâkimiyeti altında, nihayet 1990’ların başındaki dağılmadan sonra da iki küçük devletin nüfusu az bir unsuru / etnisitesi olarak hayatiyetini devam ettirmiştir.

Evvelâ şunu belirtmelidir ki Rumeli toprağının mayasında şiir vardır. Rumeli’de doğan her çocuğun bir şair namzedi olduğunu, potansiyel bir şair olduğunu Âşık Çelebi (ki Üsküp’te her millet O’nu Gazi Baba diye anar) asırlar önce şöyle beyan etmişti:

Rivayet ederler ki, Prizren’de oğlan doğsa adından akdem mahlas korlar, Vardar Yenicesi’nde doğan oğlan baba diyecek vakit Farisî söyler, Priştine’de oğlan doğsa diviti belinde doğar, derler. Binâenalâzâlik, Prizren şair menbaı, Yenice Farisî ocağı ve Priştine kâtip yatağıdır.[1]

Osmanlı asırlarında Rumeli’de yetişen, en azından doğan ve şiir zevkiyle ilmini buralarda alan şairleri, saymak dahi zordur. Fakat miadı dolduğunda devlet gidip, az sayıda millet kalınca, hayatın her sahasında görülen boşluk şiire de yansımış, bununla beraber, yukarıda belirttiğimiz gibi, ilk şoktan sonra Balkanlı Türk aydınları çıkardıkları gazetelerle (en önde olanları Tan ve Birlik’tir), yayımladıkları çocuk dergileri, sanat-edebiyat mecmualarıyla kimliksizleşmemenin, silinmemenin, erimemenin, zinde kalmanın yollarını bulmuşlar, “sizi burada bitireceğiz” tehditlerine şiirle, musikiyle, tiyatroyla, ses ve sözle karşılık vermişlerdir. Bu yazıda biz, Prizrenli şair Zeynel Beksaç’ın tabiriyle “Türkçenin Rumeli Yakası”nın iki bölgesi Kosova ve Makedonya’daki şairlerimizi ve şiirimizi söz konusu edeceğiz. Zira en net ifadeyle Kosova’da %1, Makedonya’da %4-5 oranında Türk varlığı söz konusudur. Ve şiirle şehre tutunanlar da en çok oralardaki dil işçileri, Türkçe nöbetçilerdir.

Balkanın son divan şairlerinden Ömer Lütfi Efendi, Yahya Kemal’in devam ettiği dergâhın şeyhi Sadeddin Efendi başta olmak üzere Yugoslavya dönemi şairlerinden Necati Zekeriya, Şükrü Ramo, Recep Murat Bugariç, Esad Bayram, Hasan Mercan, Fahri Kaya, Avni Engüllü, Arif Ago’dan sonra arka arkaya birkaç kuşak Türkçe şiiri yaşatmışlar, Türkçenin neferleri olmuşlardır. Kosova’da ise Süreyya Yusuf, Nusret Dişo Ülkü, Naim Şaban, Hasan Mercan, Arif Bozacı, Nimetullah Hafız, İskender Muzbeg ciddî savrulma dönemlerinde Türkçeye sarılışın ilk ve önemli şairleri olmuşlardır.

Tito yani Yugoslavya döneminde devletin bütün dillere belirli oranlarda serbestiyet verdiğini, bu bağlamda Türkçe dergi ve gazetelerin neşrini desteklediğini söyleyebiliriz. Bununla beraber, özellikle günümüze doğru Türkçe okumak, Türkçe diploma almak biraz da gelecekte iş bulamamak anlamına geldiğinden,  insanların evleri ve mahalleleri dışında Türkçeye akmadığını, en net ifadeyle Türkçe yazmanın ve okumanın bu zamanlarda, bu mekânlarda hayatî bir değeri ve önemi olduğunu söylemeliyiz. Türkçe ve Türkçe şiir, bu yüzden toprağa, şehre şiirle tutunmanın adıdır buralarda. Çeşitli milletlerin, kendi hançerelerine göre çeşitli şekillerde telâffuz ettiği Üsküp’e Üsküp demekte ısrar etmek, birilerinin güzel ve bereketli bir maziyi unutturmak istercesine Eski Çarşı demeye ve dedirtmeye çalıştığı çarşıya inat ve ısrarla “Türk Çarşısı” demek, günümüz Üsküp şairlerinden Leyla Şerif örneğinde olduğu gibi bir kitabı Üskübistan adıyla neşretmek, şehre şiirle, sözle tutunmanın ilk akla gelen örneklerindendir.

Üsküp’te yıllarca çıkan Birlik ve bugünkü Kosova’nın başkenti Priştine’de neşredilen Tan gazetelerini okuyarak, çok genç yaşlardan itibaren bunlara yazarak veya çeşitli şekillerde hizmet ederek yetişen bir ara nesil ve onların yanı başında şiire başlayan taptaze bir nesil temsil etmektedir şu an Türk şiirini Kosova ve Makedonya’da. Kosova’dan Nimetullah Hâfız, Zeynel Beksaç, Murteza Büşra, Arif Bozacı, Enver Bâki, Ethem Baymak, Agim Rifat ve Taner Güçlütürk; Makedonya’dan da şiiri bırakmış görünmekle beraber Fahri Kaya, ilerleyen yaşına rağmen şiirde ber-devam İlhami Emin, geçen sene kaybettiğimiz Fahri Ali, daha genç nesilden Leyla Şerif Emin, Seyhan Yakupi, Mehmet Arif, Sezen Seyfullah, Rabia Ruşid ilk akla gelenlerdendir. Bu isimler ve aynı şuura sahip başkaları, Türkçe eğitimin yer yer gerilediği, bazı noktalarda hatta bittiği bir dönemde Türkçe yaşamak ve yazmanın şerefli mücadelesini vermektedirler.

Birkaç örnek verelim:

Kosova’nın en genç ve velut şairlerinden Taner Güçlütürk, “Kanayan Türkçe Yarası Prizren’de Sızlar” epigrafı ve “Yankılanır Debre’de Figan” başlığıyla neşrettiği – Debre’de Türkçe ders verilen bir okulun ya da sınıfın kapatıldığı haberini aldığında yazdığını düşündüğüm – şiirinde

Debre’den bir ses gelir,

Ses gelir, nefes gelir

Yetişin! Ah dostlar, kardeşimin

“İmdat” Türkçe çağrısı gelir

………..

Kalk bre Debreli Hasan kalk!

Dağlar inlesin.!

Debre çocukları bre Hasan

Türkçe ders dinlesin!

demekte; “Rumeli’den Yola Çıktık / Çin’e Vardık / Göçebe” başlıklı şiirinde Prizen’in ressam şairlerinden Ethem Baymak Türkçe’ye

Yörük gelin gebe kalmış /Yol boyunda doğurmuş.

Bizim soyda oğlan doğar / Bizim boyda / at şahlanır

Uğur dersen / nal gelir / Kısır dersen / sil elenir

Tar çalınır ağır aksak Ölen / ağıt istemez…

Rumeli’den yola çıktık /Çin’e vardık Göçebe…

Dilim dildir / anadili / Öz be öz / Türkçedir

Yatır kalkar… /Koynumuzda o büyür.

mısralarıyla sahip çıkmaktadır.

Yakın bir zaman önce bütün şiirlerini tek bir kitapta toplayan ve Rumeli! O Benim İşte başlığıyla neşreden, kitabının iç kapağında herhangi bir şair değil, bir Rumeli şairi olduğunu

Ötelerden bir ses olduk biz hep /Oyuncağı elinden alınmış çocuklar misali

Hüzün terk etmedi yüreğimizi bu yüzden /Bu yüzden alınganlığımız

Dalgınlığımız bu yüzden / Rumeli, o benim işte! 

şeklinde vurgulama ihtiyacı hisseden Zeynel Beksaç, şiirlerinin kāhir ekseriyetinde memleketi Prizren’den, özellikle de Türkçe’den dem vurur. Kendi tabiriyle O bir dil işçisi, dil nöbetçisidir:

 

Şairim var, ozanım var, söylenecek nice sözüm var

Dilim hanımeli, sarmaşıktır, duvarlara yaslanır

Kayadır, taştır Türkçem buralarda özümle yaşıttır

Bir masalım, bir düş, bir gerçek

Gönlüm çoğun firarda, bedenim buralardadır

Kalkandelen’de Alaca Camii, Harabati Baba Tekkesi’yim

Mostar’da Neretva üzerinde dillere destan Taş Köprü’yüm

Sultan Murat Türbesi, Namazgâh, Sulu Han, Başçarşı’yım

Kaldırım, cumba, sokak, sebil akan çeşmeyim

(Nöbetteyiz Elbette Ya Da Necati’yle Dertleşme)

          

Çağdaş Kosova ve Balkan şiirinde çok dikkat çekici noktalardan birisi, şairlerin gelenek ve kök bakımından oldukça eskilere gitmeleri, kendilerini eski Türkmen kocalarına, mutasavvıf şairlerine bağlamalarıdır. Sarı Saltuk başta olmak üzere Yesevî dervişlerinin veya o ocakta pişen gönül erlerinin, Ömer Lütfi Barkan’ın tabiriyle “Kolonizatör Türk Dervişleri”nin Rumeli’nin Müslümanlaşmasına olan katkıları akla getirilirse bu bağlanış yadırganmaz. Burada şüphesiz, “siz buranın yerlileri değilsiniz, burada kökünüz, kökeniniz yoktur” diyenlere karşı geliştirilmiş bir savunma mekanizmasıdır. Özellikle Yunus, barışın bir türlü tesis edilemediği, Allah’ın, Âdemoğlu birbiriyle anlaşsın, kaynaşsın diye öğrettiği dille düşmanlık tohumlarının ekildiği, yaradılanın “öteki” olduğu için sevilmediği Balkan coğrafyasında asırlar öncesinden seslenen dupduru, dopdolu bir nefes gibidir. Yunus berrak Türkçesiyle Balkanlı Türk şairinin ilk üstadı, atasıdır. Geniş gönlüyle maddede kaybeden, maddede sıkışan şairle eski asırlarda “aziz-i vakt” olan milletin mânâ kaynağıdır. Yukarıdaki mısraları böyle okumak lâzımdır.

Toparlayacak olursak: Günümüzün Balkanlı Türk şairleri, Yugoslavya’nın dağılışından sonraki iki küçük devletin, nüfusu, dolayısıyla nüfuzu az, bir avuç milletin köpüğüdür. Bu şairler, yaklaşık 600 yıl önce buralara gelmiş, burayı vatan tutmuş, vatanlaştırmış, burayı beklemiş ve payitahtı pek çok yönden beslemiş üretken nesillerin son halkalarıdır. Kendi varlıklarına, varlıklarının değerine ve şerefine Türkçeyi şahit tutanlar hatta Türkçeyle var olanlardır. Türkçenin bekçileri, nöbetçileri, neferleridirler. İrfan ve vicdan sahibi olan herkes bilir ki zaten buralarda Türkçe bilmek şehrîlik, şehirlilik alâmetidir. Şimdilerde Rumeli’de Türkçe konuşmak, yazmak ve yaşamak, biraz da bu yüzden şehre, toprağa ve zamana tutunmanın adıdır.

 

Mehmet Samsakçı

[1] Âşık Çelebi, Meşâirü’ş-Şuarâ (Haz: Filiz KILIÇ), İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Yay., İstanbul 2010, s. 904.

Read Previous

Maarif Okulları Bosna Hersek’te Kapılarını Açıyor

Read Next

Makedonya’da 2017’de mezun sayısında artış

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *