Her ne kadar erken seçim kararı açıklamasını Netanyahu’nun kendisi yapmış olsa da, mevcut durumun kaybedeni, bir ay öncesindeki Gazze saldırılarında olduğu gibi Binyamin Netanyahu.
“Geçmiş geleceğe, suyun suya benzediğinden daha çok benzer” sözünü kimin söylediği bilinmese de, bu sözün kriz dönemlerinin İsrail’ine dair çok şey söylediği kesin. Genel seçimlerden önce de durumun benzer olduğu, İsrail’i biraz yakından takip edenlerin malumu.
Geçtiğimiz son on yıldaki Gazze saldırılarının neredeyse tamamı İsrail genel seçimlerinden önce gerçekleşti. Son dönemde bu tarz saldırıların sebeplerine, koalisyon krizleri ya da İsrailli siyasetçilerin birbirine karşı giriştiği ayak oyunları da eklendi. Mesela son olarak 11 Kasım’daki Gazze saldırılarında İsrail ordusuna mensup özel bir tim Gazze’de suikast yaptı, deşifre oldu ve timdeki üst düzey askerlerden biri de öldürüldü. Bu olaydan habersiz olduğu söylenen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu o sırada Paris’teydi. Timin deşifre olması ve askerlerden birinin de öldürülmesi, içeride Netanyahu’ya karşı siyasi bir skandala dönüştürülmek üzereyken Netanyahu Paris programını yarıda bırakarak apar topar İsrail’e döndü. Kendisinden habersiz gelişen bu savaş ihtimaline karşı, Hamas’la ateşkes konusunda ısrarcı oldu ve bunun sonucunda da kabinesindeki Savunma Bakanı Avigdor Lieberman istifa etti. Bunun üzerine Binyamin Netanyahu başbakan olarak savunma bakanlığı görevini de kendisinin üstleneceğini duyurdu. Hemen ardından aşırı sağcı HaBayit HaYahudi Partisi’nden Netanyahu kabinesinde yer alan Adalet Bakanı Ayelet Şaked ve Milli Eğitim Bakanı Naftali Bennett, savunma bakanlığının Bennett’e verilmesini istediler; aksi halde istifa edip koalisyonu dağıtarak ülkeyi erken seçime götürmekle tehdit ettiler.
Dördüncü Netanyahu hükümeti ciddi bir tehlike altına girmiş oluyordu. Erken seçim ihtimalleri konuşulmaya başlandı. Mevcut durumda bir erken seçim, Netanyahu’nun zayıf elle gireceği bir seçim olurdu. Dolayısıyla ertelenmesi gereken bir süreçti ve Netanyahu her zamanki oyununu oynayacağının sinyallerini de veriyordu. 18 Kasım’da kameraların karşısına geçti ve “ülkenin güvenliği had safhada sıkıntıdayken hükümeti dağıtmanın ve ülkeyi seçime sürüklemenin son derece sorumsuz bir hareket olacağını” söyledi. Netanyahu bu açıklamasıyla sağda yer alan toplum tabanından puan toplarken, Şaked ve Bennett de tabanlarından hain damgası yeme ihtimalini düşünerek hiçbir şey dememiş gibi yollarına devam ettiler.
Aralık ayı yine de Binyamin Netanyahu için Kasım ayından daha sıcak geçti. Henüz kabinesindeki sarsıntıların önüne geçememişken, 2 Aralık’ta İsrail polis şefi Netanyahu’nun yolsuzluktan yargılanması gerektiğini söyledi. Netanyahu’nun etrafındaki çember daha daralıyordu. Bir yandan koalisyon içi tehditler, diğer yandan yaptığı yolsuzlukları soruşturacak ağır bir yargı süreci, sadece baş ağrıtıcı bürokratik bir döneme değil, siyaseten ödeyeceği ciddi bedellere de işaret ediyordu. Bütün bunların sonucunda Başbakan, İsrail siyasetinin en öngörülebilir hamlelerini yapmaktan çekinmedi ve ülkesini bir kez daha savaşın eşiğine getirdi. Diğer yandan bölge ülkeleriyle tansiyonu yükseltecek hamlelere başvurdu. Netanyahu’nun dışarı yönelik yaptığı ve gerginliği tırmandıracak bu hamleler her ne kadar İsrail toplumunun büyük bir kısmı tarafından görülmese de, sonuçları İsrail basınında büyük puntolarla yer alacaktı.
İsrail polis şefinin Netanyahu’nun yargılanması gerektiğini açıklamasının üzerinden 48 saat geçmeden Başbakan Netanyahu kameraların karşısına geçti. Gündeminde muhtemel bir yargılanmaya dair bir kelime bile yoktu. Vurgulu İngilizcesiyle karşısındaki basın mensuplarına -yani dünyaya ve hassaten ABD’de söylediklerini dinleyebileceklere- Hizbullah’ın Lübnan’dan İsrail’e yönelik kazdığı tünellerden, bunların İran’ın bölgede artan etkisinin bir göstergesi olduğundan ve İsrail’in kendini koruma hakkından uzun uzun bahsetti. Dolayısıyla İsrail’in halihazırda kuzey sınırında başlattığı operasyon kaçınılmazdı. Hemen ardından mikrofonu alan İsrail Genelkurmay Başkanı Gadi Eizenkot ise stabil bir ses tonuyla verdiği İbranice demeçte, İsrail’in kendini İran tehdidine karşı savunma hakkından, Hizbullah tünellerini yok edeceklerinden bahsetti ve konunun teknik bazı detaylarını basınla paylaştı. Fakat onun Netanyahu’yla aynı heyecanı paylaşmadığı pek çok kişinin dikkatinden kaçmadı. 4 Aralık’ta “Kuzey Kalkanı” adıyla açıklanan operasyonun aslında Netanyahu’yu kurtarma operasyonu olduğunu düşünen muhtemelen sadece kendisi değildi. Bu operasyonu açıklayarak Netanyahu bir kez daha ülke genelinde olağanüstü bir hal başlatacak ve yargılanmasını erteleyecekti.
Böylece “İsrail’in yanı başındaki Hizbullah tehdidi” ve daha bölgesel ölçekteki “İran tehlikesi” bir kez daha Binyamin Netanyahu’nun ellerinde sağlam birer kaldıraca dönüştü. Günümüze kadar geçen sürede Netanyahu Hizbullah’a yönelik her an yaklaşan bir operasyonun sinyallerini verirken, yaklaşmakta olan yargı sürecini geciktirebildiğine ve siyaseten güç toplayabildiğine dair yüksek umutları olmalıydı. Bu süreçte sağdan sola bütün medya organlarında, Hizbullah’ın bir savaş başlatıp başlatmayacağı uzun uzun konuşuldu. Kendisini yargılamaya kalkışabilecek yargı da, koalisyonu bozabilecek ortaklar da, Netanyahu tarafından zaten en başından bir nevi hainlikle itham edilmişti.
Tüm bu hesapların ortasında, Donald Trump’ın Suriye’den çekileceğini açıklaması, Netanyahu’nun gündemi açısından epey sarsıcı oldu. Trump’ın kararından önce her ne kadar Rusya Suriye hava sahasını taciz etme ve Suriye’de herhangi bir noktayı vurma konusunda İsrail’e tahditler koymuş olsa da, İsrail Suriye’deki Amerikan askeri varlığı sayesinde Hizbullah ve İran yayılmasına karşı müdahalede bulunabileceği bir seviyedeydi. Ancak mevcut durumda ABD’nin askerlerini çekmesi, İsrail’in Suriye’de Rusya ve İran varlığına karşı yalnız mücadele edeceği anlamına geliyor. Suriye’de bir Rus uçağının düşmesine sebep olmasının üzerinden daha altı ay bile geçmemişken ve hâlen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’den randevu almakta son derece zorlanıyorken, Netanyahu’nun düştüğü durum pek iç açıcı görünmüyor. Üstelik Trump ABD başkanı olduğundan beri Netanyahu’nun ABD’nin koşulsuz desteğiyle yaptığı bütün hamleleri, Batı Şeria’da yerleşimlere görülmemiş bir hız kazandırılması, Kudüs’te işgali derinleştirip Filistinlileri geri dönülmesi imkansız derecede oyunun dışına itmesi, Filistin Otoritesi’ni itibarsızlaştırarak doğrudan Suudi Arabistan’la çevirdiği işlerin hepsini yeniden düşünmesi gerekebilir. Zira ABD tarihinin gelmiş geçmiş en İsrail yanlısı başkanı Donald Trump, Netanyahu’ya tek kelime dahi bahsetmeden Suriye’den çekilmekle, tam olarak güvenilebilir bir hami olmadığını göstermiş oldu. ABD’nin bir hami olarak İsrail’i bu kadar kolayca terk etmiş olması da, İsrail’in diplomatik pozisyonu kadar kredibilitesini de sorgulanır hale getirdi. Dolayısıyla mevcut durumda eğer Donald Trump Suriye’den çekilme sözünü tutarsa, İsrail’in (Rusya başta olmak üzere) sahadaki, çevresindeki diğer tüm aktörlerle doğrudan ya da dolaylı olarak yeniden pazarlık masasına oturması ve yeni şartlar altında azami müdahale imkanlarını müzakere etmesi gerekecek.
Bu hem Netanyahu’nun siyasi çıkarları açısından hem de İsrail’in kısa, orta ve uzun vadeli askeri planlaması açısından büyük bir kayıp. ABD’nin ardından Suriye’de oluşacak güç boşluğunu dolduracak ülkenin Türkiye olması da İsrail için fazladan bir endişe kaynağı. Gerek Filistin meselesindeki aktif tutumu gerek ise uluslararası platformlarda İsrail’in işgaline karşı hamlelerini çekinmeden gerçekleştiren bir ülkenin, kapalı kapılar ardında Donald Trump’la Ortadoğu’nun bütününe etki edecek uzun dönemli bir politika üzerinde (hem de İsrail’in en ufak bir bilgisi dahi olmadan) anlaşabilmesi İsrail açısından kabul edilemez bir durum.
Netanyahu’nun son günlerde Türkiye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı saldırgan söylemlerinin ardında Türkiye’nin bu başarısı yatıyor. Ancak Netanyahu’nun Twitter üzerinden Recep Tayyip Erdoğan’a tepki göstermesinin ardındaki sebep bununla sınırlı değil. Zira Trump’ın hamlesi, Netanyahu’nun Hizbullah’a saldırma tehditlerini Rusya, Suriye ve Hizbullah nezdinde arkası boş bir blöfe dönüştürdü. Dolayısıyla jeopolitik olarak İsrail’in elinde herhangi bir koz kalmadı. Netanyahu’yu Kasım’da koalisyonu dağıtmakla tehdit eden ve sonradan tabanlarından tepki görmemek adına tehditlerini geri çeken Milli Eğitim Bakanı Naftali Bennett, Adalet Bakanı Ayelet Şaked ve diğer koalisyon ortakları da, Netanyahu’nun köşeye sıkıştığının ve olağanüstü bir hal meydana getirmek adına İsrail’i savaşın eşiğine getirmesinin çok daha büyük siyasi bedellerinin olacağının farkındalar.
Bu durumda koalisyonun dağılmasında -Netanyahu hariç- kimse bir mahzur görmemiş olmalı ki dün İsrail’de erken seçim kararı alındı. Her ne kadar erken seçim kararı açıklamasını Netanyahu’nun kendisi yapmış olsa da, mevcut durumun kaybedeni, bir ay öncesindeki Gazze saldırılarında olduğu gibi Binyamin Netanyahu. Daha bir ay önce erken seçim isteyenleri ihanetle itham eden Netanyahu’nun bugün erken seçim açıklaması yapması da içinde bulunduğu zorlu durumu gözler önüne seriyor. Kuzey Suriye’deki ABD askerî varlığının Türk askeriyle yer değiştirmesinin etkisinin bu denli derin olması, Türkiye’nin Suriye’de alacağı sorumluluğun büyüklüğüyle doğru orantılıdır. Gerek kuzey Suriye hamlesiyle dolaylı yoldan İsrail’deki koalisyon krizini tetiklemesi gerek ise İsrail’in çevre doktrini çerçevesinde Ortadoğu’daki en sıkı müttefiklerinden biri olan PKK/PYD’ye her an ölümcül bir darbe indirebilecek pozisyonda olması, Türkiye’nin Suriye sathındaki sorumluluklarını ve alması gereken önlemleri artırıyor. Diğer yandan ise ülke içi güvenlik ve istihbarat mekanizmalarının etkin kullanımının önemini bir kez daha hatırlatıyor.
[İsrail siyaseti ve dış politikası alanlarında araştırmalarda bulunan Özgür Dikmen, akademik çalışmalarını İbn Haldun Üniversitesi’nde sürdürmektedir]
AA