Avrupa’da İsveç, Danimarka ve Hollanda gibi ülkelerde “ifade özgürlüğü” adı altında Kur’an-ı Kerim yakılmasına izin verilerek, İslam nefretinin yaygınlaştırılması ve Müslümanları dışlayan Batılı ortak kimliğin inşasının amaçlandığı belirtiliyor.
İbn Haldun Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Irfan Ahmad, AA muhabirine, Avrupa’da Kur’an-ı Kerim yakma provokasyonlarının arkasında yatan nedenleri değerlendirdi.
Ahmad, Kur’an-ı Kerim yakma provokasyonlarının arkasında iki sebep olduğunu kaydederek, şunları söyledi:
“Bu olaylar politika olarak Müslüman karşıtlığının bir parçası. Tesadüfi bir şey olarak algılanmamalı çünkü organize bir siyasi faaliyetin parçası. Bu politikalar Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra uygulamaya kondu ve 11 Eylül’den sonra arttı. Buna iki nedenle ihtiyaç duyuluyor. Birincil ve temel amaç İslam’a karşı nefreti yaymak ve yoğunlaştırmak. İkincisi de İslam’a karşı harekete geçen Avrupa ve Batı kolektif kimliğini yaratmak.”
Hollanda’da bir dönem Özgürlük Partisi (PVV) milletvekilliği yapan aşırı sağcı Geert Wilders’a en yakın isimlerden olan Joram Van Klaveren’in İslam karşıtı kitap yazarken Müslüman olduğunu hatırlatan Ahmad, şu değerlendirmede bulundu:
“Van Klaveren bir dönem Kur’an’ın yasaklanmasını bile istemişti. Tarihten bir başka örnek de Hz. Ömer’in Müslüman olma öyküsü. O da Hz. Muhammed’i öldürmek için giderken bir rivayette Kur’an’ı okuduğunda diğerinde ise sadece dinlediğinde Müslüman olmuştur. Avrupa’da Kur’an-ı Kerim yakılması vakalarında, bu insanların çoğu kitabı okudukları için değil sadece nefreti kışkırtmak için yakıyorlar. Bu İslamofobi üretmekten başka bir şey değil. Dolayısıyla mantıksız ve irrasyonel bir eylem olarak nitelendirilebilir.”
Batılı hükümetler boykotlar nedeniyle konumlarını gözden geçiriyor
Ahmad, Batı’nın tarih boyunca Kur’an-ı Kerim’e, Hz. Muhammed’e ve İslam’a bakışının olumsuz olduğunu ve bunun Peygamberi “sahtekar” ve Kur’an’ı da “halisünasyon” olarak nitelendirmeye vardığını aktararak, bu bakış açısının Müslümanlar için “umut, hidayet ve iyimserlik kaynağı ve ahlaki bir yaşamın nasıl yaşanacağına dair bir rehber” olan kutsal kitabın yakılmasının kabul edilebilir olduğu sonucunu doğurduğunu kaydetti.
Kur’an-ı Kerim’in, Müslümanlar için bir kitap olmanın ötesinde derin öneme sahip olduğuna işaret eden Ahmad, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Kur’an geçmişe, geleceğe, yaşamın amacına ve nasıl ahlaklı bir insan olunacağına ilişkin kavramları kapsar. Bu nedenle Müslümanların Kur’an’a bakışı Batılı bakış açısından önemli ölçüde farklılık gösterir ve onun bir hidayet ve anlam kaynağı olma rolüne vurgu yapar. Bu hem bu dünya hem de ahiret için geçerlidir. Danimarka, İsveç ve Hollanda gibi ülkelerde 11 Eylül sonrasında İslamofobi’nin bir devlet politikası haline getirilmesiyle bu ülkelerdeki bazı yetkililer Kur’an’ın yakılması gibi olayları desteklemiş veya dolaylı olarak katkıda bulunmuştur. Son yıllarda Müslüman hükümetler ve etkili şahsiyetler bu eylemleri eleştirdikçe Batılı hükümetler, özellikle Müslüman dünyasında Batılı ürün ve şirketlerin boykot edilmesi gibi ekonomik sonuçlar karşısında konumlarını yeniden gözden geçirmek zorunda kalıyor.”
Ahmad, Danimarka’da, Kur’an-ı Kerim veya diğer dini metinlerin sayfalarının yakılmasının veya yırtılmasının yasaklanmasını amaçlayan bir yasa teklifinin gündemde olduğuna dikkati çekerek, bu tür yasal önlemlerin sorunu çözmenin bir bileşeni olduğunu ancak tek başına yeterli olmadığını, bu nedenle çabaların mevzuatın ötesine geçerek medya, eğitim, sanat, kültür gibi alanlardaki eylemleri de kapsaması gerektiğini vurguladı.
“İfade özgürlüğü değil ifadeden kurtuluş”
Kur’an-ı Kerim yakma provokasyonlarına “ifade özgürlüğü” adı altında izin veren Batı ülkelerinde ifade özgürlüğü kadar “özgür olmamanın” da tartışılması gerektiğinin altını çizen Ahmad, şunları dile getirdi:
“Batı demokrasisinde ifade özgürlüğünün yanı sıra adı konulmamış bir olgu da var. Ben buna ‘ifadeden kurtuluş’ diyorum. İktidarı eleştirenler, ırksallaştırılmış ve damgalanmış azınlıklar, gerçeği arayanlar ve ana akım medyanın sürdürdüğü yalanları reddedenler genellikle ana akım medya kuruluşlarında yer bulmakta zorlanıyor. Batılı ülkelerde, eleştirel sesler sürekli olarak susturulduğu için bu sadece ifade özgürlüğü meselesi değil, aynı zamanda ifadeden kurtuluş meselesidir. İfadeden kurtuluşu ele almadan özgürlüğü tartışmak, kavramı anlamanın eksik bir yoludur. Özgürlüğü anlamak, iki kavramın mantıksal olarak bağlantılı olması nedeniyle ‘özgürlüksüzlüğün’ (unfreedom) de eşzamanlı olarak değerlendirilmesini gerektirir.”
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının ardından televizyoncu Mehdi Hasan ve Amerikan televizyon kanalı MSNBC’deki diğer iki sunucunun programlarına son verildiğini hatırlatan Ahmad, gazeteci Antoinette Lattouf’un, İnsan Hakları İzleme Örgütünün İsrail’in açlığı Gazze’ye karşı bir savaş silahı olarak kullandığına ilişkin raporuna atıfta bulunan sosyal medya paylaşımı nedeniyle Avustralyalı yayın kuruluşu ABC’deki görevinden alınmasının da “ifade özgürlüksüzlüğünün” bir göstergesi olduğunu söyledi.
Batı medyasındaki bu kısıtlamaların geçmişte de örnekleri olduğuna değinen Ahmad, sözlerini şöyle tamamladı:
“2015’te, geçmişte Gelibolu’ya yapılan Anzak saldırılarını ve askerlerin eylemlerini eleştiren bir paylaşım yapan Avustralyalı gazeteci Scott McIntyre işinden kovulmuştu. Bu sadece Batı’ya özgü bir olgu değil, küresel bir olgu. Çünkü medyanın kamuoyu algısını şekillendirmedeki rolü önemli. Bu nedenle hem ana akım medyada hem sosyal medyada çabalar, İslam’a ve Müslümanlara ilişkin daha akılcı ve sağduyulu bir anlayışın geliştirilmesine yönelik olmalı.”
AA