Uluslararası jeopolitik manzaranın değişmesiyle Türkiye’nin Avrupa’nın enerji ve savunma güvenliği ve NATO’daki hayati rolü bir kez daha ortaya çıktı.
Doç. Dr. İsmail Şahin, İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog ve Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis’in ziyaretlerinin ardından Türkiye’nin bölgede artan jeopolitik ağırlığını ve diplomatik kapasitesini AA Analiz için kaleme aldı.
Son zamanlarda Türkiye’yi çevreleyen coğrafyada iki önemli gelişme meydana geldi. Bunlardan ilki, EastMed olarak bilinen Doğu Akdeniz Boru Hattı Projesi’nden ABD’nin desteğini çekmesi. İkincisi ise Karadeniz’de patlak veren Rusya-Ukrayna Savaşı.
Zarar gören müttefiklik ruhu
Siyasi gelişmeler dikkate alındığında, EastMed projesinin çökmesinin bölgede önem verilen konuların sırasını değiştirdiği görülüyor. Uzun bir aradan sonra diplomasinin taraflar arasında yeniden esneklik kazandığı söylenebilir. Nitekim projenin popüler olduğu dönemlerde Avrupa Birliği (AB) ve ABD’nin desteğine güvenen Yunanistan’ın diplomasiyi, Türkiye’yi “yalnızlaştırmak” ve “ötekileştirmek” amacıyla Türkiye karşıtı bağlantıların oluşturulması için seferber ettiği açıkça tespit edilebiliyordu. Doğal olarak bu vaziyet, diplomasinin giderek kırılganlaşmasına ve aradaki tüm ihtilafların kalıcı hale gelmesine neden oldu. ABD ve AB ise Doğu Akdeniz krizinde Ankara ile Atina ve Kıbrıs’taki taraflara eşit mesafede durmak yerine, Türkiye’ye Avrupa diplomasisinin “dış kapısı” muamelesi yapmaya çalıştı. Bu da Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) iş birliğine dönük barışçıl diplomasiyi rehin almalarına neden oldu.
Avrupalı devletler kendi aralarındaki benzer sorunları diplomasi yoluyla çözmeye çalışırken, Türkiye’ye karşı tutumları müttefiklik ruhuna, jeopolitik gerçekliğe ve uluslararası hukukun norm ve ilkelerine aykırıydı. Rakiplerinin her türlü siyasi ve askeri meydan okumalarına rağmen Türkiye, bu dönemi krizleri yönetme deneyimi sayesinde atlatmayı, kendisinin ve Kıbrıs Türklerinin hak ve menfaatlerini korumayı başardı. Öte yandan ABD ve AB’nin Doğu Akdeniz üzerinden Türkiye’yi yalnızlaştırma stratejileri, çok geçmeden Avrupa ve çevresinin jeopolitik bir boşluğa kaymasını sağladı. Bu boşlukta, Batılı müttefiklerin “hasım” şeklinde tanımladıkları Çin ve Rusya’nın daha fazla görünür olması ise gecikmedi. Bilhassa Rusya, jeopolitik dengesizlikler ve Batılı müttefiklerin dağınıklığı nedeniyle Avrupa düzeninin jeopolitik doğasını temelden sarsacak ölçüde kendisine stratejik bir alan kazandırdı. Yeni dünya düzeni arayışlarının tartışıldığı bir dönemde, Türkiye’nin ötekileştirilmesinin Rusya ve Çin’in jeopolitik fırsatlarını güçlendirdiği gecikmeli de olsa anlaşıldı.
Türkiye’nin jeopolitik ve diplomatik ağırlığı
Uluslararası jeopolitik manzaranın hızlı bir şekilde değişmesiyle Türkiye’nin Avrupa’nın enerji ve savunma güvenliği ile NATO içerisindeki hayati rolü, tüm çıplaklığıyla bir kez daha ortaya çıktı. Böylelikle Türkiye’ye karşı yürütülen ideolojik ve jeopolitik kampanyanın yerini övgü dolu sözlerin almaya başladığı görüldü. Rusya’nın sorunları tek taraflı ve sert güç yöntemleriyle halletme yöntemi peşinde koşması, AB’nin Rus gazına ve petrolüne bağımlılığının ciddi tartışmalarla ele alınmasına yol açtı. ABD, NATO ve AB tarafından yapılan açıklamalar, Avrupa’nın Rus fosil yakıtlarından en hızlı şekilde bağımsız hale getirileceği yönündeydi.
Alternatif enerji kaynaklarının kapasitesini artırmanın yanında, Rusya dışı alternatif rotalar ve kaynaklar bulma arayışında Türkiye’nin konumunun yeniden önem kazandığı fark edilebiliyor. Nitekim gerek Hazar Denizi ve Orta Doğu gerekse de Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının Avrupa’ya sevkiyatında Türkiye’nin en güvenli rota olması, Avrupa’nın enerji güvenliğinde Türkiye’nin jeopolitik değerinin ideolojik kaygılardan bağımsız bir şekilde kavranmasının da kilidini açmış oldu. Aslında bu durum, sadece Türkiye’nin Avrupa diplomasisi içinde yükselen önemini değil, aynı zamanda dünya politikasının gelişim çizgisinde artan ağırlığına da işaret ediyordu.
Bu noktada jeopolitik kadar diplomatik kapasite de önemli. Türkiye’nin son yıllarda girişimci diplomasiye ağırlık vererek bir taraftan dünya ölçeğinde en büyük 5. temsil ağına erişmesi, diğer taraftan da Türkiye-Afrika Ortaklık Zirvesi, İstanbul Arabuluculuk Konferansları ve Antalya Diplomasi Forumu (ADF) gibi uluslararası düzeyde dikkat çeken etkinliklere ev sahipliği yapması, Türkiye’nin diplomatik gücünü hissedilir ölçüde artıran gelişmeler. Bunların yanında, Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGİT), NATO, Afrika Birliği, Türk Devletleri Teşkilatı ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi önde gelen uluslararası örgütlerde yürütülen çok yönlü diplomasi, Türkiye’nin diplomatik yeteneğinin ve kapasitesinin sınırlarını genişletmesine ziyadesiyle katkı sağlıyor.
Tüm bu yönleriyle ve de savunma sanayinde attığı güçlü adımlarla Türkiye, Avrupa düzeninin korunmasındaki kilit rolünü güçlendirdi. Avrupa da stratejik gereksinimlerini doğru değerlendirdiğinde bu gerçeği fark ediyor. Benzer durum İsrail, Yunanistan ve Ermenistan için de geçerli. Bu devletlerin yapması gereken, Türkiye ile ilişkilerini çatışma alanları üzerinden değil, iş birliği yapılabilecek konular üzerinden tesis etmektir. Nitekim uyuşmazlıklar üzerinden ilişki kurmanın bir kazanım getirmediği, şimdiye kadar ortaya çıkan gelişmelerden anlaşılmıştır. Bu doğrultuda İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog ve Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis’in Türkiye ziyaretleri, bölgesel sorunların diyalog yoluyla çözüme kavuşturulmasında ve de bölgesel iş birliği olanaklarına kapı aralamak bakımından ehemmiyet arz ediyor. Nihayetinde salgının ve Ukrayna Savaşı’nın yol açtığı küresel ekonomik krizin etkilerini azaltmak, ülkelerin acil çözüm aradığı bir mesele haline geldi. Ayrıca siyasal iletişimin doğru kullanılması, ekonomi temelli projelerin ön plana çıkarılması, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’da kalıcı barış ve istikrar için son derece önemli.
Türkiye ile iş birliğinin önemi
Bugüne kadar Türkiye karşıtı şizofrenik politikanın kardan ziyade zarar getirdiği; zaman kaybından öte bir işe yaramadığı görülmüştür. Doğu Akdeniz ve Orta Doğu sorunlarında Türkiye ile iş birliği yapmama şeklindeki bir stratejinin hiçbir zaman başarılı olamayacağı ortada. Bu çerçevede AB, NATO ve ABD’nin üzerine düşen görev, bu gerçekten hareketle ortak çıkarlar etrafında tarafların buluşmasını koordine etmektir. Nihayetinde, tarihte devletlerin hangi nedenlerle iş birliğine yöneldiklerine ilişkin birçok örnek bulmak mümkün. Ortak tehdit, küresel ekonomik kriz, bölgesel sorunlar ve fırsatlar şeklinde çok sayıda argüman devletleri birbiriyle yakın ilişkiler kurmaya teşvik etmiştir. Günümüzde de benzer olguların varlığına dair fazlasıyla kanıt mevcuttur. Burada hassas nokta, iş birliği dengesinin anahtarının çatışma alanlarının değil, iş birliği sahalarının olduğuna yönelik güçlü bir aidiyeti ve sorumluluğu sahiplenmektir. Şurası çok açık ki Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’da iş birliği alanları ile çıkarların çarpıştığı alanlar arasındaki uçurum, yanlış yürütülen diplomasi, gücü ve çatışmayı referans alan siyasal dil nedeniyle şimdiye değin bir hayli derinleşmiştir.
Ukrayna’daki savaş, yapılan bu yanlışlıkların tehlikeli bir yolculuğun parçası olduğuna ilişkin güzel bir derstir. Kaldı ki çağdaş diplomasinin özünde, krizlere rağmen muhakkak iş birliği alanlarının varlığına ilişkin duyulan inanç vardır. Zira devletlerin bir konuda anlaşmazlığa düşmeleri, tüm konularda anlaşamayacakları sonucunu doğurmaz. O nedenle Doğu Akdeniz’de politik anlaşmazlıklar, Ukrayna örneğinde olduğu gibi, askeri problemlere dönüşmeden AB, Türkiye, İsrail, Mısır ve Yunanistan’ın çatışma döneminden görüşme ve iş birliği dönemine geçmesi, hayati bir gerekliliktir. Nitekim Doğu Akdeniz’de çatışmayı keskinleştirmek veya körüklemek, Batılı müttefiklerin çıkarına olmadığı gibi ancak Rusya’nın jeopolitik saldırılarına kapı aralar.
***
[Doç. Dr. İsmail Şahin Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir]
* Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
AA