Okulda iken hep iyi, çalışkan bir öğrenci olmaya gayret ediyordum. Hani, hem çalışkan hem meraklı bir kız. Okulda, evde, ablamın arkadaşları arasında öğretmenleri, rahmetli babamı, benden büyük ve bilgili kim varsa soru yağmuruna tutuyordum. Neden ve niçinlerim tükenmezdi. Bir dersi, bir şiiri, hele bir duayı ezberlemek benim için fethedilmez kaleydi. Sureleri bile ezberlemek için yöntemim vardı: ilk olarak mealini öğrenmek, anlamadıklarımı anlayabilmek için annemi sorulara boğmak, sonra da Arapçalarını öğrenmek. Başka türlü kafama yatmazdı.
Diğer taraftan, her şeyi sormadan sorgulamadan ezberleyebilen arkadaşlarıma imreniyordum. Hayatları daha kolay diye. Çünkü ben sorularımla yatıp kalkıyordum, hep de kafamda yeni bir yorum, yeni bir anlam, bir varsayımı doğrulamak için yeni bir delil arıyordum. Kendi kendime bile yorucu bir çocuktum. Kafasını sallayarak “kılı kırka yarar” diyordu annem. Ablam da şimdi anlamadınsa, geri zekâlısın diyerek vazgeçiyordu. Zekâma yapılan hakaret benim için tek affedemeyeceğim hakaretti. Rahmetli babam, cevaplarını tüketince beni kitaplara, kütüphaneye yönlendiriyordu.
Okula başlamadan evimize en yakın kütüphanenin yolunu biliyordum. Bakıcımızın yokluğunda, babamın ani bir işi çıkınca beni çalıştığı okula götürüp okulun kütüphanesinde, rahmetli Fatima teyzenin yanına bırakıyordu. Bir taraftan bu bitmez tükenmez sorulara cevap ararken, çocukluğunu yaşayan yaşıtlarıma imreniyordum. Her şeyi olduğu gibi kabul eden, rahatlıkla bebek oyuncaklarıyla oynayan, evcilik oynayan çocuklara. Saçlarında kırmızı kurdele olan kızlara. Kıskanma değil, imrenmeydi benimki. Onlar gibi görünmek isteseydim bile kurdele huysuz saçlarımı tutmazdı. Deneseydim bile komik duruyordu. Ne bendendim, ne de onlardan. Hep de uslu olanların sonraki hayatını merak ediyordum. Benimkinden daha kolay olacak mı? Sorularla geçmiyor yani… Rahat nefes alabiliyorlar, geçirdikleri her anı yaşıyorlar. Beden eğitiminde, müzik ve resim dersinde bunlar benden kaç kat daha başarılıydı? Dualarını, şiirlerini ezbere biliyorlar. Bunların da notları pekiyi, benimkiler de. Fakat farklı âlemlerin çocuklarıydık.
Her şeyi, her bilgiyi sorguladığım gibi din konusunda da sorularım vardı. Çocukluğumdan beri her şey için rasyonel bir cevap arıyordum. Aşk için bile. Onu da bir nevi kimya formülü olarak algılıyordum. Aile içi ilişkileri, ana baba sevgisinin, arkadaşlığın, her şeyin bir formülü vardı kafamda. Formülleri bulup her şeye uygulamak da zordu, beni yavaşlatıyordu. Edebiyatta bile her şey sebep ve sonuçlardan ibaretti kafamda. Ne mutlu her şeye inanan, sorgulamadan, olduğu gibi kabul edebilen çocuklara. Arada bir düştüğüm inanç krizine kapılmazlar, hayatlarını mahvetmezler diye düşünüyordum. Gençlikte bu sorgulamalarla inancımı kaybetmekten korkuyordum. Günah olanların neden günah olduğunu, feraizlerin neden feraiz, haramların neden haram, sevapların neden sevap olduğunu açıklamaya çalışıyordum kendi kendime. Arkamda kaçırılırmış ibadetler, kırılmış kalpler, ihtiyari veya gayriihtiyari işlediğim günahlar bırakıyordum. Vicdan azabımı, pişmanlığımı da yanımda taşıyordum. Utanmadan. Günahlar da benim, hatalar da benim, evet, doğru, pişmanım, vicdanım rahat değil, fakat falancanın işlediğini, benim işlemediğimi söyleyemem. En azından o kadar dürüstlük vardı.
Öğretmenler, daha sonra profesörler dersleri olduğu gibi kabul eden öğrencilere farklı sorular soruyorlardı. Lisede, üniversitede iken benden daha iyi not alıyorlardı bunlar. Hiç itiraz etmeden derslerini öğrenebilen, hocayı memnun etmeyi öğrenmiş olanlar. Bazı öğretmenlerim benim sorgulamalarımı, dilemmalarımı, tartışmalarımı dinlemek için sabır göstermiyordu. Bazı derslerdeyse sınavlarım ders saatinin başından sonuna kadar devam ediyordu. Derse hazır gelmemiş arkadaşlar da bazen “Hadi sen bir tartışma başlat, hocanın dersini yersin, başka birini sınava kaldırmasın” diye istiyorlardı. Yapardım bunu, hem de sıkça. Bazen bir konuya hâkim olmadan bile tartışmaya giriyordum. Sınıftakileri kurtarmak hedefiyle. Her bir bilginin nerde ve nasıl uygulanacağını merak ederek. Tecrübeli hocaların bana yönlendirdiği sorular farklıydı. Özeniyordum ezberci olmaya. Benim için “kendi dünyasında” tanımı geçerliydi.
Bu arada, kırmızı kurdeleli kızlar yuvalarını kurdu. Her şey düzenli, her şey sorgulamadan. İbadetlerini düzenli olarak yaparlardı. Benden kimse, annem bile bir yuva kurabileceğimi, hele de bir yerde, bir evde, bir evlilikte dikiş tutturacağımı beklemiyordu. Her şeyi sorguluyordum çünkü. Hiçbir şeyi olduğu gibi sualsiz sorgusuz kabul edemiyorum. Huy bu, mezara kadar değişmez. Gizlice bu uslu kızlara imreniyordum, özeniyordum. Oğlumuza örnek olarak bu uslu olanları, derslerini, şiirleri, dualarını ezbere bilenleri, her şeyi samimiyetle, sadakatle olduğu gibi kabul edenleri örnek olarak gösteriyorduk. Mucize olmasa da bunları keramet olarak görüyordum. Sadakatlerinin, samimiyetlerinin karşılığını alıyorlar. İlla ki rasyonel, açıklanamaz bir şeyin olduğunun göstergeleri. Bak oğlum, bunlar tuttukları istikamette ne kadar hızlı ilerliyor, biz ise her şeyde yavaşız. Kariyerde, irfanda, mal mülk edinmekte… Eşim de bu sorgulayanlardan ya, tencere yuvarlandı kapağını buldu derler. Her şeyin açıklaması, formülü, uygulaması peşinde… Kendin pişir kendin ye misali. Biz her şeyi bizzat tecrübe etmek istiyoruz, ikimiz de hazır çözümleri kabul etmemeye yemin etmişiz adeta… Bizim gibi olma oğlum, diyesim geliyordu.
İlk aşkıyla veya ilk flört ettikleri kişiyle evlenenlere, mesleklerinde, dinlerinde sabit kalanlara imreniyordum. Kendimden yorulduğum için belki.
Fakat hikâyelerin, edebiyatın kaçınılmaz bir formülü, bir klişesi var: Dönemeçlerde, dört yol ağızlarında, yol ayrımlarında bir değişim oluveriyor. Hiç sebep sonuç göstermeden. Bu imrendiğim insanları kaybolmuş vaziyette buluyorum. Hani, onlar benim için sabit, sağlam taşlardı. Uçtuğumda onlara bakarak dönüyordum. Ne yazık ki fırsat hırsızı yapar, derler bizde. Evliliklerinin reşit yaşına geldiğinde, kaya gibi gördüğüm yuvalarını bir hamleyle yıkıyorlar, dürüstlük anıtları iken bir makama gelince yolsuzluk, dürüstlük algıları değişiyor… Şimdiye kadar kimsenin kalbini kırmadığına inandığım insanlar etrafta kalp yıkımı yapıyorlar. Hani siz sabit taşlarımızdınız, dayanaklarımızdınız; hani sizden dolayı değil, kendi kusurlarımı düzeltmek için siz aydınlık kaynağımdınız, hani her zaman düzensiz olan bana örnektiniz diye feryadım dilimin ucunda. Size sizden dolayı değil, kendi zaaflarımdan dolayı ağlıyorum. Siz eskisi gibi olmasanız, ben, düzensiz, her şeyi sorgulayan ben kime bakayım? Ey uslu güzel insanlar, ey kırmızı kurdeleyle saçlarını bağlayan güzel kızlar! Bu sınav sorularınızı, mümkünse üstüme alıp saatlerce, günlerce, lazımsa yıllarca tartışacaktım… Bana daha kolay gelir, alıştım. Sadece sizi sınavda kalmış görmeyeyim. Mizacımla düşüp kalkmayı öğrendim, hissetmiyorum artık, fakat sizi hiçbir zaman yerde görmedim, görmeye de tahammül edemiyorum.
Hayat, galiba, ezberle başarılan sınav değilmiş. Beklendiğinden fazla zor. Uygulama ister. Her koşulda, her türlü şartlar altında.
Oğlum, sen de bildiğin gibi yaşa. Sorgulamalarınla sınıra gelsen bile, imanını, inancını kaybetme. Düşüp kalkmayı öğrenmek de bir şeymiş.