Birkaç gün Üsküp Türk Çarşısı’ndan geçmesem hemen içimde bir boşluk hissediyorum. Yaşlı bir dede gibi o da bunun hesabını soruyor sanki bana. “Nerede buluşalım?” sorusunun cevabı hep “çarşıda” olmuştur. Elinde baston, başında beyaz takke, ağır ağır adımlarla gezen yaşlı birkaç dostun da buluşmasına şahitlik ediyorum o mekânda. En çok da kaldırım taşlarını seviyorum. Bu taşların bir de farklı bir özelliği varmış, yürürken önüne bakmanı sağlıyor, insanı kendine hipnotize eder gibi bir hali var. Çarşı yollarındaki bu kaldırım taşlarının rengi de farklı, dikdörtgen şeklinde dizilmiş bazısı sarımsı bazısı ise turuncu renginde, kendine has bir de parlaklığı mevcut. Birçok fotoğrafçının karesine yansır ıslak görünümü. Yağmur yağsa da o taşların kokusu farklıdır. En güzel koku ise sabahın en erken saatlerinde kendini gösterir. Kaldırımları takip ederek bulursun özünü şehrin. İnsanın kaybolası gelir o sokaklarda, her sokak sizi farklı bir yere çıkaracak sanırsın, öyle de olur. Biri Mustafa Paşa Camisine doğru çıkar, birkaç sokak ise Kurşunlu Han’a, biri ana giriş kapısına oradan Bit Pazarı’na, bir diğeri Taş Köprü’ye, her çıkışta sizi bir tarihi eser karşılar.
Çocukluğumda hatırladığım çarşı ile şimdiki çarşı arasında epeyce bir fark var. Yorgancılar sokağı, kazancılar, kuyumcular diye esnafın kendi meşgalesi ile bütünleşmiş yollar vardı. Birkaçı hâlâ kendi mesleğini devam ettirse de son dönemlerde teknolojinin gelişmesiyle o dükkânlar da müşterileri azalarak yavaş yavaş kapanmış, dönemin ihtiyacına göre farklı bir hizmet arayışına girmiş bulunmakta. Artık daha çok hediyelik eşya, kafe, hotel, restoran, yani turistlerin artmasıyla onlara daha iyi hizmet sunabilme amaçlı, hem de kazancının artması için yenilenmiş ve daha turistik bir hâl almış durumda. Eskiden akşam saat beş olunca kepenkler kapanır ve çarşı da karanlık bir geceye terk edilirdi. Şimdi ise tam aksine akşam vakitlerinde bir hareketlenme görülür, akşam kahvesi ve buluşmalara kucak açar oldu. Yugoslavya zamanında Taş Köprü’nün diğer yakasında açılan alış veriş merkezi tam ismi ile Şehir Ticaret Merkezi ise esnafın durumunun kötüleşmesine sebep olsa da, çarşının kendine has müşterisi vardı hep. Çok güzel bir şarkı vardır bilirsiniz “Üsküp’ün içinde kumaş biçerler” işte kumaşların en güzelini yine çarşı ve civarında bulurdunuz. Hâlâ öyle, fakat çarşının hemen dibindeki Bit Pazarı dâhilinde olan “kadınlar çarşısında” kumaş satılır şimdi.
Geçenlerde iş çıkışında yürüyerek karşı taraftan köprüye doğru yol aldım, çarşıdan geçip biraz soluklanayım dedim. Kahve içeceksem bizim çarşı esnafına bir yararım dokunsun. Yine çarşıdan geçmiş, köprünün diğer tarafına geçen bir turist kafilesine denk geldim. Türkiye’den gelen o kadar çok turist var ki, kimisi tam turist, kimisi vatandan gibi görendir bu şehri. Şöyle bir cümleye kulak misafiri oldum, “Kim ister ki o tarafta yaşamayı, baksana bu tarafı ne kadar da bakımlı ve yeni”. İçimde bir fırtına koptu, “sakin ol” dedim kendi kendime, “işte bunlar turist, rahat ol”, ama vicdanım bir yerde sızlıyor “bir asırdır sen koruyorsun her ne pahasına olursa olsun, onlar gelecek bir gün diyorsun ve gelince eski diyerek beğenmeyecek, eyvah”. Hızlı adımlarla köprüyü geçtim, çarşıya girdim. Arkamda bıraktıklarım heykellerin önünde (o heykellerin kime ait olduklarını bilmeden) fotoğraf çekiliyorlardı. Çarşının içinde hediyelik eşya satan bir tanıdığa denk geldim. “Tahir Abi, işler nasıl” sorusundan sonra, turistlerle devamlı karşılaştığı için ona birkaç soru sordum. Şahit olduğum muhabbeti ona da açtım. “Bir gün dükkâna gel neler neler var” dedi. “Avrupa’dan gelenler çarşıyı daha çok beğeniyor, orjinal buluyor, bazı Türkler de yenilenmiş kısmını daha çok beğeniyor, hepsi değil tabii. Bizler Osmanlı dönemini konuştuğumuzda, Türkiye’nin şimdiki gücünü anlattığımızda tuhaf tuhaf bakıyorlar, ben anlamadım, biz mi yabancıyız onlara, onlar mı bize. Yetmiyor, eleştirseler de teleferik ile Vodno Dağı’nın tepesine Haçın oraya çıkıyorlar, tepeden daha iyi görecekler zannediyorlar” diyor. Meydanda Champs-Elysees’nin kapısını andıran devasa bir kapının karşısında poz vermek de cabası. Kendinizi ister Paris’te ister Üsküp’te hissedin. 2014 yılının projesi olan bu yapıların hiçbirinde tarihi bir özellik veya orjinalite olmasa da demek ki turistleri kendine çekme gibi bir özelliği varmış. Duygusal insanlar alıngan olur, evet alındım bu hallere, buraların nöbetinde dururken bir gün yerel halkın da hak ettiği değere kavuşacağına inandım. Hiçbir yerel turizm acentası tutunamadı, bu kadar turist geldiği halde buradaki Türk nüfusu yer edinemedi kendine, ya tercüman ya da rehberlik yaptı o kadar. “Balkanları en iyi biz biliriz” sloganlarının altında aslında buralarda yaşamış insanlar yok. Ecdadımız gittiği yerleri geliştirmiş, oradaki halkın üzerinden ticaretini yapmamış, tam aksine yol açmış, halkın da gelişmesini sağlamış. Genellemek istemem elbette istisnalar çok var, Balkanların yapısını bildiğim için, kimin nereden incinebileceğini biliyorum. En çok da “pazara” dönüşmesini istemem, savaşların ve etnik kimliklerin yoğun olduğu bir bölgeden söz ediyoruz sonuçta. Buralara turist getirirken, şehrin görsel yapısından çok derinliği anlatılmalı, belki zamanla o da olacak, Türkiye büyüyen bir güç sonuçta, daha çok tanışacağız nasipse…
Benim umudum var ve ne tevafuk ki, gündüz kulak misafiri olduğum bir cümle ile ruhum daralsa da, akşama iki farklı mesaj aldım. Birinde, bir tur üzerinden Üsküp’e gelen biri Gerçek Hayat dergisindeki ilk yazımı okumuş ve Üsküp’e gelince Yahya Kemal Beyatlı’nın mahallesini görmek istemiş, “Üsküp’ü bir de sizin yazılarınızdan okuduğum için sizden de dinlemek isterdim” diye mail yazmış. Bir de genç bir bayanın Üsküp Kitab Evi’nden aldığı Üskübistan kitabı ile bu şehre olan sevdasının katlandığı mesajı. Yurtdışına çıkanlar ile aynı coğrafyada seyahat edenler sonucu çıkıyor buradan da. Kim ne bulmak istiyorsa onu arıyor. Her zaman dile getirdiğim ise bir şehri tanımak için sokaklarında kaybolmanız gerekiyor. Eğer yolu bulursanız, bu şehir hâlâ sizdendir, bulamazsanız siz bir turistsiniz. Gelecek haftaya da TİKA tarafından düzenlenen “Tecrübe Paylaşım Programı” çerçevesinde Makedonya’da bulunan Türkiyeli öğrencilerin Makedonya serüvenlerini anlatmaya çalışacağım. Bu güzel program aslında tam anlatmak istediklerimizin özeti gibi, Yahya Kemal Beyatlı’nın “Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene” cümlesinin vücüt bulmuş hali.