Zaman hızla geçerken bazı şehirlerde bazı gelenekleri de alıp götürüyor. O gelenekleri yaşatmak için sebepler mi azalıyor, değişen dünyaya ayak mı uyduramıyorlar bilemiyorum, ama insanları uzaktan izlerken aralarında bir duruş bir bakış bile onları hatırlatıyor bana. Üsküp’ün ara mahallerinde bazen yaşlı bir dedenin giyim-kuşamı, bazen de pencere kenarında çiçek saksıları eskileri canlandırıyor gözümün önünde. Tabi benim için eski olan çocuklukta gördüklerim ve yaşadıklarım. Bu günün çocuklarına ise ileride belki hiçbir şey ifade etmeyecek. Bu da bana bir yazar olarak farklı bir sorumluluk yüklüyor. Madem yazıyorsun o zaman bunları da anlatman gerek diyorum kendi kendime. Bir derginin köşesine sizler için belki çok uzaklarda kalmış ama benim yanıbaşımda olan Üsküp’te oturduğum bir köşeden, yavaş yavaş uzaklaşan, buraları da terk etmeye çalışan birkaç hatıra kalıyor. O hatıralar ise bir geleneği yansıtıyor.
İş yerimde çiçekleri çok seven bir iş arkadaşım var, pencerin kenarına çiçek saksılarından küçük bir bahçe kurmuş neredeyse, sardunyalar, basma çiçeği, ismini bilmediğim çiçekler ve kenarda bir yerde idrişah çiçeği. Küçük bir yaprağını kopartıp koklamaya başladım, kokusu çok güzel ve bana anneannemin evini anımsattı. Ardından annemin söylediği bir mani ya da bir türkünün kıtası aklıma geldi “Bahçelerde idrişah, boyu uzun kendi şah, iki gönül bir olsa, ayıramaz padişah”. Annem, idrişah dalından birkaç yaprak da yaptığı reçellerin içine atardı. Limon kabuğuna benzer bir kokusu var, yeri gelir kulağına iliştirirdi. Bir de biz çocukken biraz yaramazdık, haliyle düştüğümüzde dizlerimizi kanatırdık. Yara bandı öyle kolay kolay her evde bulunmazdı, hemen farklı bir sakısıda “kaymak çiçeği” yardımımıza koşardı. Kaymak çiçeğinden bir yaprağı özenerek üst tabakasını soyar ve yaprağı dizimizdeki yaraya sürerdik. Daha hızlı kabuk bağlar ve iyileşirdi. “Mazi dali” dediğimiz elbiselerin yakasına takılan yapraklar da mazide kaldı…
İdrişah yaprağını ve ona ilişik karanfil ya da bir gül tomruğunu kulaklarının kenarına, başlarına bağladıkları “şami”ye tutturup, talazlı saçlar ile gelin gezmeklerinde süzülen yeni evlenmiş gelinleri de hatırladım o koku ile. Şami dediğim ise; etrafına iğne oyası yapılır, belirli yerleri çiçekli oyalarla süslenir, üçgen şeklinde katlanıp saçın örgülü tarafını içine alarak yuvarlak bir şekilde toplar, saçın ön kısmı da açık kalırdı. Saçın açık kalan ön kısmına ise demir saç mandallarından talazlar yapılır, yeni gelinler sabah erkenden uyanıp saçlarına bu mandallardan takar, öğlene kadar bekletir, sonra uzun elbise giyerek misafir karşılarmış. Şaminin kenarları da kulağın hizasına getirilir, uçları sarkıtılır, üstüne de “menekşe” dedikleri altın iğneli tokalar yerleştirilerek tutturulurdu. Bunu yeni gelinler daha şatafatlı şekilde bağlardı ve mutlaka kulağın arkasını bahçeden koparttıkları gül tomrukları ve idrişah yaprakları ile süslerlerdi. Kalkandelen ve civarında ise saç örgüleri yandan bırakılır üzerine altın liralar ile süslenir, gelinlerin başı altından bir kat daha ağırlaşırmış. Her şehrin kendine has bağlama şekli vardı.
Şimdi hiç kimse başına “şami” bağlamıyor. Bildiğiniz kuaförlerin yolunu tutuyor herkes, en kolayı o, çünkü şimdi kimsenin vakti yok, neymiş, hayat zorlaşmış. İnsanlar, kadın-erkek herkes çalışmak zorunda, çocuklara daha iyi bir gelecek sunmak zorunda. Üsküp de buna ayak uyduruyor haliyle…
Genç erkeklerin başlarına taktıkları dantelli beyaz takke de yok artık. Onun farkına varalı çok oldu. Erkekleri dışarda o halleriyle görmüşüzdür ama bayanlar ev gezmeklerinde, gelin gezmeklerinde, hayırlıya, “kuşluktan sonra” diye adlandırdıkları gezmeklerde taktıkları şamileri görmeniz bayağı imkansızdır. Bunu ancak evlerin içinden Üsküp’ün o bambaşka köşesinden görebilirsiniz. Şami gibi beyaz dantel örgülü takkeler de dolaplarda bir yerlerde yerini aldı. Başlar, annemin tabiri ile “başı kabak” kaldı. Dedelerimizin tabiri ise “başsız” kaldı.
Üsküp Osmanlı hakimiyetinden çıktıktan sonra aslında uzun bir süre burada yaşayan Müslümanlar, farklı milletlerin içinde kendilerinin Müslüman olduğunu unutmamak, “diğerlerine” benzememek ve zamanla yok olmamak için mücadele vermiştir. Bütün bu mücadelenin yanında kendi geleneklerini korumak bir şekilde tabu halini almıştır. Öyle ki İslam terbiyesi içinde yetişmiş aileler ve onların çocukları sokağa çıktıklarında başlarına beyaz takke takmıştır. Şapka takanlarla dalga geçilmiş “Gavur gibi olmişin” tabiri kullanılmıştır.
Bir kısmı, devlet dairelerinde çalışanlar, öğretmenler, kamu kuruluşlarında çalışanlar iş yerlerinde başlarında değil de ceplerinde muhafaza etmiştir bu takkeleri. Eve dönerken, evin kapısına yaklaşırken cebinden çıkartıp başına takmış, evde bekleyen babalarının korkusundan eve “başsız” girmekten çekinmişlerdir. Yanlışlıkla bunu unuttuklarında bu konuda evde bazen latifeli konuşmalar olur, babalarımız eskileri anlattığında güleriz: “Mazallah, başım açık babama yakalandım, babam bana ‘kafan nerede?’ diye sordu, eyvaahhh, cebimden çıkartıp hemen taktım takkeyi” diye anlatırlar.
Babam öğretmendi, ama sofrada yemeğe otururken dedemin korkusundan takkesiz oturmazmış sofraya. Özellikle camide veya evde takkesiz namaz kılmak olmazmış. Bu nedenle de genç kızlar çeyizlerini hazırlarken damat için de özenerek dantel ipliklerden takkeler örermiş, kayın babaya hediye edilmek üzere, evdeki genç erkeklere, hatta küçük çocuklar için de takkeler örerlermiş. Dini bir tören olduğunda, mevlit ya da baş sağlığı ziyaretlerinde, hatim dualarında, hacdan dönenler, Kur’an okunan yerlerde Üsküplü erkekler mutlaka takkelerini takardı. Yaşlılarda bazen siyah ya da kahverengi takkeler olurdu, günlük hayatta o rengi tercih ederler, ama camiye gideceklerse mutlaka beyaz takarlar. Evlendiğim zaman annem, nasıl olsa şimdiki gençler kullanmıyor diye bu beyaz takkelerden tesbih torbaları yaptı, kenarlarını süsledi bağcıklar koydu, oldu sana tesbih torbası. Her seccadenin yanında bir de takkeli tesbihlik oldu.
Bazen bir caminin avlusunda abdest alırken, bir mahalle arasında bastonuyla gezen, zamana ve mekâna aldırış etmeyen yaşlı dedeler ise hâlâ o derin bakışları ile süsler buraları. İlginç gelir, hemen resmini çekmeye çalışırız. Oysaki onun dünyasında neler var bir bilseniz… Her köşede heykeller olsa ne olur, bizim varlığımız ve tarihimiz işte böyle canlı kanlı insanlarla kanıtlanır burada. Çocukların başını okşayan, ceplerinden birkaç şeker çıkan, yeleğinin cebinde asılı saati ile zamana meydan okuyan güzel insanlar, iyi ki varlar…