Aralarında “Harman”, “Yalnızlık”, “Duvak” ve “Seninle”nin de bulunduğu birçok şiir kitabı kaleme alan Yavuz Bülent Bakiler, son olarak geçen günlerde metro yolculuğu sırasında ayakta durduğu bir fotoğrafıyla sosyal medyada gündem oldu.
Yaşamı boyunca avukatlığın yanı sıra bir süre gazetecilik ve yöneticilik de yapan 83 yaşındaki Bakiler, AA muhabirinin sorularını yanıtladı
Geçen hafta kütüphaneye giderken metroda yolculuğunuz sırasında ayakta bir fotoğrafınız çekilmiş. Bu fotoğraf sosyal medyada gündem oldu ve çok konuşuldu. Bu konuyla alakalı ne düşünüyorsunuz?
Daha sonraları o fotoğrafı gördüm. Bu konuda beni arayanlar da oldu. Meselenin bu kadar önemli alınmasına doğrusu şaşırdım. Şunu ifade etmek istiyorum ki benim bir makam arabam yok, şahsıma ait bir arabam da yok. Daha doğrusu bir arabam vardı fakat yaşım ilerlediği için kızıma verdim. Bu yüzden herhangi bir yere gittiğim zaman ya belediye otobüslerini ya dolmuşları ya da metroyu kullanıyorum. Bu bakımdan metroda ayakta olmam ve görülmem son derece tabii bir hadisedir. Bazı insanlar sanıyor ki herkes biliyor ve beni tanıyor. Benim ayakta gitmeme birtakım insanlar tahammül edemeyerek yer verecek sanıyorlar. Hayır, öyle bir durum yok. 16 milyonluk İstanbul’da hiçbir kimseden farkım yok. İleride kendime müstakil bir araba ve şoför bulursam artık ayakta kalmam da mesele olmaz. Çocukluğumda da bütün zevkim kağnıların üzerinde gidip gelmekti veya faytonlara binmekti ya da öküz arabalarının, eşeklerin üzerinde gitmekti. Benim bütün çocukluk yıllarım ve gençliğim böyle geçti. Bu bakımdan herhangi bir yere gittiğim zaman metroda, otobüste ayakta kalmayı katiyen önemsemiyorum.
“Gerçek şair ve yazar sokakta olmalı”
Sizin fotoğrafınızın yanında İsmet Özel’in de daha önce toplu taşıma aracında ayakta çekilmiş bir fotoğrafı sosyal medyada paylaşıldı ve birçok yoruma neden oldu. Tüm bunlara binaen “Gerçek şair metroda, otobüste, sokakta olur.” değerlendirmesine katılıyor musunuz? “Gerçek şair” nerede olmalı?
Elbette gerçek şair ve yazar sokakta olmalı. Sokağın nabzını tutmalı. Sokaktaki insanı tanımalı. Sadece sokakla kalmamalı ama üst makamlarda da evlerde de bulunmalı. Büyük salonlarda yer almaları gerekir. Sadece müstesna toplantılara katılmak bir yazar, şair için son derece yanlış bir harekettir. Ben milletimle beraber yaşamaktan, onların birtakım zaaflarını görmekten, güzelliklerine şahit olmaktan üzüntü duyan ya da zevk alan bir kimseyim.
“Okumaktan başka çıkış yolumuz yoktur”
Edebiyat hayatınızın üzerinden yarım asır geçti. Bugüne kadar şiir ve nesir olmak üzere yaklaşık 25 eser kaleme aldınız. Kitaplarınız yüksek satışlar yaptı. Peki siz bu süreci nasıl tanımlarsınız? Yani Yavuz Bülent Bakiler nereden nereye geldi? Gerçekten ideallerini tam anlamıyla gerçekleştirebildi mi?
Başımdan geçen çok mühim bir hadiseyi “Vay Başıma Gelenler” kitabımda yazdım. Çeşitli toplantılarda da bunu söylüyorum. Türkiye’de okudum ve bizim eğitim sisteminden geçtim. Kitapsız, kütüphanesiz evlerde büyüdüm. Diğer bütün evlerde de durum bundan farklı değildir. Hiç abartmadan söylüyorum ki üniversitenin birinci sınıfındayken ben bir topluluk karşısında kitaba, kağıda bakmadan beş dakika bile konuşma kabiliyetine sahip değildim. Niçin? Çünkü bir Türk ve Müslüman olarak okudum ve üniversiteye gittim. Türk’ün ve Müslüman’ın en büyük özelliği okumamaktır. Ben de okumadığım için hafızamda yeterli kelime yoktu. Bu yüzden bir topluluk önünde rahat konuşamıyordum ama fakültenin birinci sınıfındayken bir mecmuada Namık Kemal’in yazısını gördüm. O yazıda Namık Kemal, “Osmanlı’nın gerilemesi, duraklaması lisandaki bozukluktan kaynaklanıyor. Dini ve ticari konularda birtakım noksanlıklar şu veya bu sebepten değil, dilin bozukluğundandır. Dilimizi geniş bir alana yayamadığımız için Osmanlı’da gerileme yaşandı.” diyor ve devam ediyor “Bizde de insanlar kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşurlar. Hafızasında yeterli kelime olmayan bir kimse bir topluluk karşısında konuşamaz veya konuşulanları anlayamaz veya önüne konulan bir kitabı okuyup kavrayamaz.” Ben bu yazıyı okuduktan sonra neden bir topluluk karşısında konuşamadığımı anladım ve oturup okumaya başladım. Okudukça fakültenin birinci sınıfından itibaren çok cahil bir insan olduğumu gördüm ve cehaletimden utandım. Daha çok okumaya başladım. Okudukça hafızamda kelime dünyası artmaya başladı ve bir süre sonra zaman zaman bazı topluluklarda bazen 2, 3 saat, bazen de 4 saat hiç durmadan “şey”, “yani” demeden konuşma imkanlarım oldu ve sonra elim kalem tuttu, bazı arkadaşların teşvikiyle yazmaya başladım.
İlk nesir kitabımın ismi “Üsküp’ten Kosova’ya”dır. Ben Türkiye dışındaki Türklere, soydaşlara anlatılmaz ölçüde bağlı bir kimseyim. Yugoslavya’da bir şiir matinesine katıldıktan sonra orada gördüklerimi döndükten sonra anlatmaya başladım. Bazı kimseler bu anlattıklarımın çok mühim olduğunu söylediler ve mutlaka yazmamı istediler. Ben yazmaktansa okumayı tercih eden birisiyim fakat bu baskılar sonunda yazmaya başladım ve “Üsküp’ten Kosova’ya” kitabım çıktı. Çıktıktan sonra vakti zamanında eserlerini çok büyük bir hayranlıkla okuduğum birtakım kimseler, benim bu kitabımdan “şaheser” diye bahsettiler. Onların bu yorumları ve YÖK’ün bu kitabı bütün üniversitelerimize tavsiye etmesi beni yazmaya sevk etti ve bugün 25 civarında kitabım var. Yayınevinin bana söylediğine göre kitaplarımın satış sayısı bir milyonu geçmiş. Şiirlerim de “Yalnızlık”, “Duvak” ve “Seninle” ve “Harman” isimlerinde çıktı. Bu şiir kitaplarının toplandığı “Harman”ın ise satışı 110 binin üzerindedir. Türkiye’de ciddi bir rakam bu. Bunların hepsini Namık Kemal’in yazısındaki o ikaza borçluyum. Bütün okuyucular, dinleyiciler ve öğrenciler için bir şey hatırlatmak istiyorum, okuyan herkes bu imkanlara kavuşabilir. Okumaktan başka çıkış yolumuz yoktur.
“Dürüst davrandığım için pişman değilim”
“Şunu da yapsaydım.” dediğiniz bir şey kaldı mı?
Lise sıralarından itibaren yeterli miktarda okumadığım, yazmaya o yıllardan itibaren başlamadığım için gerçekten üzüntü duydum fakat fakültenin birinci sınıfından itibaren okumam ve fakülteyi bitirdikten sonra yazmam da benim için bir kazanç sayılabilir. Yayımlanmış 25 kitabım var ama Allah ömür verirse bir 25 kitap daha yazabilirim. Son olarak “Vay Başıma Gelenler” isimli kitabımda devlet hayatında yaşadıklarımı yazıyorum. Okuduğunuz zaman sizler de şaşıracaksınız. Bu vesileyle de anlatmak istiyorum. Bütün mukaddesatım üzerine yemin ederek söylüyorum, eğer ben hırsız bir adam olsaydım, rüşvet alan biri olsaydım, devletin varlığını, birliğini dikkate almasaydım, şahsi menfaatlerimle hareket etseydim, bugün benim Ankara’da 10 ayrı müstakil dairem olabilirdi. Çünkü bir zamanlar 120 milyon lira benim tasarrufumda bulunuyordu. Bu 120 milyon liradan taşa, mermere sarf ettirmedim. Çok ciddi çalışmalar içerisinde bulundum ama Kenan Evren ve arkadaşları yaptığım bu ciddi çalışmaları anlamadılar. Beni adeta anamdan doğduğuma pişman ettiler. Dürüst davrandığım için pişman değilim. Bana menfi bir tavır takınan insanların utanmaları gerekir diye düşünüyorum.
“Üsküp’ten Kosova’ya kitabını gerçekten ağlaya ağlaya yazdım”
Önce bir televizyon programı olarak yayınladığınız “Üsküp’ten Kosova’ya” eserinizi 1979’da kitaplaştırarak okuyucularla buluşturdunuz. Büyük ilgi gören bu kitap aynı zamanda sizin şiirden düz yazıya geçiş noktasında ilk eseriniz. Kitabı okuyanlar gerçekten duygulandıklarını dile getiriyorlar. Size o satırları yazdıran hisler neydi?
Bu kitabımda Yugoslavya’daki soydaşlarımızdan bahsettim. Orada gördüklerimi yazmıştım ve gördüklerim beni çok duygulandırdı. Üsküp’ten Kosova’ya kitabını yurt dışında bulunan soydaşlarımızın durumlarını dikkate alarak, gerçekten ağlaya ağlaya yazdım. Benim bu duygum okuyuculara da geçmiş, birçok kimse bana yeminle söyledi, ‘Biz bu kitabı okuduğumuzda gözyaşlarımızı tutamadık.’ diye. Azerbaycan’da bir şair ve yazar var, adı Prof. Dr. Bahtiyar Vahapzade. Benim de aziz bir dostum oldu. O bu kitap için bir yazı yazmıştı, orada “Bana göre Üsküp’ten Kosova’ya kitabını her Türk okumalıdır ama onu okuduğu halde ağlamayan Türk’e de ben Türk demem.” dedi. Bu kitap Azerbaycan’da da çok büyük bir ilgi gördü. Bunun sebebi tamamen benim Türkiye dışındaki Türklere duymuş olduğum yakın ilgidir ve oralarda yaşadıklarımı olduğu gibi ortaya koymam.
“Kırgısiztan’ı, Kazakistan’ı ve Türkmenistan’ı yazamadım, bu içimde derin bir sızıdır”
Türk dünyasına ve Anadolu’ya olan bağlılığınızı eserlerinizde her zaman dile getiriyorsunuz. Bu ilgiyi aile köklerinizin Kafkaslar’a dayanması ve zorlu göç yıllarının üzerinizde oluşturduğu derin tesir olarak okuyabilir miyiz?
Haysiyet sahibi herkes kayıtsız ve şartsız Türkiye dışında yaşayan soydaşlarına çok yakın bir ilgi duymak mecburiyetindedir. 1961-1963 yılları arasında Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nda teğmen olarak askerliğimi yaptım. O yıllarda daha bir suikasta uğraşmamıştı, ABD Başkanı Kennedy’nin bir açıklamasını okudum ve şöyle diyordu; “Dünyanın neresinde bir ABD vatandaşı yaşıyorsa, bilinmelidir ki bütün ABD’nin kalbi o ABD vatandaşı ile çarpmaktadır.” Bu müthiş ve haysiyetli bir tespit. Sonra kendi kendime düşündüm ABD Başkanı bir tek vatandaşı için öyle düşünüyorsa bizim Türkiye dışında bir değil, bin değil, milyonlarca yaşayan soydaşlarımız var. Bunlar büyük sıkıntılar içinde esaret altında yaşıyorlar. Biz neden bunlara sahip çıkmayalım, neden ilgilenmeyelim, meselelerini neden ortaya koymayalım diye kendi kendimi sorgulamaya başladım ve bu konuda çalışmalar, araştırmalar içerisinde oldum. Konferanslar verdim, televizyon programları yaptım. Bu konuyla alakam zamanla kitap haline geldi. Önce “Türkistan Türkistan” adlı kitabı yazdım, sonra “Üsküp’tan Kosova’ya”, sonra “Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamar”ı yazdım. Zamanım ve elimde yeterli malzeme olmadığı için Kırgısiztan’ı, Kazakistan’ı ve Türkmenistan’ı yazamadım. Bu içimde derin bir sızıdır. İnşallah elime yeni imkanlar geçerse o Türk Cumhuriyetlerini yazma düşüncesindeyim.
“Dün önemli”
Röportajlarınızda genellikle dünle bugün arasında bir köprü kurmak istediğinizi belirtiyorsunuz. Bize bu konu hakkında neler söylersiniz?
Dününü dikkate almayan bir milletin geleceğine emin nazarlarla bakması mümkün değildir. Biz dünümüzü de dikkate alarak, dünden alacağımız ilhamla veya dünde ki birtakım noksanlıkları göz önüne koyarak yazmak mecburiyetindeyiz. Bizim dünümüz Türkmenistan’a dayanıyor. Biz 1071 Malazgirt Muharebesi’nden sonra Türkmenistan’dan büyük akımlar halinde Türkiye’ye geldik ve burada önce Selçuklu Devleti’ni kurduk. Bizim özümüz ve kökümüz Türkiye toprakları dışındadır. Rusya bizi o topraklardaki soydaşlarımızdan koparmak için çok ciddi kültür politikaları içerisinde oldu ama Allah milletimizin yüzüne baktı diyebilirim. İyi ki o zaman Rusya’da komünist sistem hakim oldu. Biz her Türk aydını olarak yeni Türk Cumhuriyetleri ile çok yakından ilgilenmek, onların meselelerini dikkate almak ve onlarla birlikte siyasi, iktisadi ve ticari münasebetler içerisinde olmak mecburiyetindeyiz.
“Benim hiçbir dostum yok Türk’ün ve İslam’ın dostları dışında”
Türk dünyası ile bağımız bugün sizce ne durumda?
Bugün yeni yeni bir uyanış evresindeyiz. Suriye’de yaşanan son hadiselerden sonra gördük ki Pakistan ve Afganistan dışında hiçbir dünya devleti bizimle beraber değil. Eskiden “2 devlet, 1 millet” diyorduk. Şimdi ise “7 devlet, bir millet” diyoruz. Türk devletleri arasında çok yakın bir ilgi var. İleride inşallah bu durum çok daha ciddi noktalara ulaşacaktır. Bizim edebiyatımız da tarihimiz ve kültür değerlerimiz de tamamen o topraklarda bulunuyor. Mesela 1980’e kadar Köroğlu’nun bizde yaşadığını sanıyordum ve gördüm ki Köroğlu aslında Özbekistan’da yaşayan bir halk kahramanı. Köroğlu oradan önce diğer Türk cumhuriyetlerinden geçerek bize gelmiş. Nasıl ki ırmaklar aşağıdan yukarıya doğru akmazsa, yukarıdan aşağı doğru mesafe katederse, milletler veya kültür de esas kaynaklardan diğer topraklara doğru giderek devam ediyor. Biz Türkmenistan’dan Anadolu’ya geldiğimiz zaman beraberimizde destanlarımızı, türkülerimizi, atasözlerimizi, dilimizi ve dini inancımızı getirmişiz. Şimdi yeniden o topraklara dönmek ve o topraklarda yaşayan soydaşlarımızla beraber olmak faydaların en büyüğü olacaktır.
2013’te Türkiye gazetesindeki son yazınızda “Hasımsız fikir ve dava adamı olmaz. Esasında, benim hiçbir düşmanım yoktur. Türklüğün ve İslamiyet’in düşmanları hariç. Doğrusu Türklüğün ve İslam’ın dostları dışında benim hiçbir dostum da yoktur. Bu bakımdan bilerek ve isteyerek, Türklüğün ve İslamiyet’in aleyhinde tek satır bile yazmadım…” ifadelerine yer verdiniz. Bu hassasiyetiniz neye dayanıyor ?
Bu yazıyı, Türk Cumhuriyetlerindeki soydaşlarımızın durumunu gördükten sonra yazdım. Bu bakımdan milletimizin meselelerini benimseyen ve ortaya koyan bir kimseyim. Orada da söylediğim gibi benim hiçbir düşmanım yok, Türklüğün ve İslamiyet’in düşmanları dışında. Benim hiçbir de dostum yok Türk’ün ve İslam’ın dostları dışında.
Yazarlık ya da şairlik hayatınızda kendinize ilham edindiğiniz noktalar neydi?
Türk dünyası ve Anadolu dışında, gençlik yıllarımda yazdığım aşk şiirlerinin yanında hiçbir ilham kaynağım olmadı benim. Her zaman Türk dünyasını dikkate aldım ve onlarla ilgili yazdım. Lisede, üniversite yıllarımda diğer delikanlılar gibi ben de aşık oldum ve bu hislerimi yazdım ama onları da platonik bir duygu içerisinde yazdım.
“Azerbaycan’a karşı anlatılmaz duygular içerisinde büyük bir sevdam vardır”
Anadolu’nun birçok şehrini, Anadolu insanının çektiği sıkıntıları şehir-insan bağlantısını şiirlerinizde pek çok kez ele aldınız. Sizde memleketiniz Sivas dışında en fazla etki bırakan şehir neresidir?
Babam Sivas’ta nüfus müdürüydü. Onu Gaziantep’e tayin ettiler. Ben o zaman Gaziantep savunmasını, o günleri yaşayan kimselerden dinledim. Yedek subaylığımı yaparken “Antepli Şahin” şiirimi yazdım. Bu şiirim Gaziantep’te çok büyük bir ilgi gördü ve Gaziantep Büyükşehir Belediyesi beni fahri hemşehri olarak ilan etti önce. Liseyi Malatya’da okudum. Malatya’yı da dünyalar kadar çok sevdim. Bazı yerlerde kanaatimi açık açık söyledim, Sivaslıyım ama Malatya’nın benim yaşamımda müstesna bir yeri var. Dünyaya ikinci defa gelmem mümkün olsa ve Cenabıhak da bana sorsa “Ey kulum sen nerede doğmayı istersin?” diye. Çok büyük bir rahatlıkla ‘Ya Rabb’i ben Malatya’da doğmayı ve Malatyalı olmayı istiyorum.’ derim. O kadar çok sevdiğim bir şehirdir Malatya. Sonra Malatya Belediyesi de bana fahri hemşehrilik verdi. Benim dedemler de Azerbaycan’ın Karabağ şehrinin bir köyünden Türkiye’ye gelmişler. Bu yüzden Azerbaycan’a karşı anlatılmaz duygular içerisinde büyük bir sevdam vardır. Azerbaycan üzerine yazdığım “Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamar” adlı hem şiirim hem kitabım var. Aşağı yukarı da ondan fazla Azerbaycan’la ilgili televizyon programları hazırlayıp sundum. Bu bakımdan Azerbaycan’da da birtakım şehirler bana şeref madalyası verdiler ve beni Azerbaycan vatandaşlığına kabul ettiklerini açıkladılar. Bunun dışında Türkiye’de yaklaşık 75 şehrimizde davet aldım ve oralarda konuştum. Sadece doğu ve güneydoğu illerimiz beni davet etmedi. Onlara karşı da herhangi bir kırgınlık duymuyorum.
Arif Nihat Asya ile yaklaşık 20 yıllık bir dostluğunuz oldu. “Arif Nihat Asya İhtişamı” adlı bir kitabınız da mevcut. Hayatınızda büyük iz bırakan bir isim diyebilir miyiz? Anneniz ve Asya’nın yanı sıra hayatınızda iz bırakan ya sizde dönüm noktası oluşturan şahsiyetler oldu mu?
Üniversiteye başladıktan sonra Arif Nihat Asya’yı tanıdım. Önce şiirlerini biliyordum. Sonra karşı karşıya geldik. Arif Nihat Asya’nın üzerimde çok büyük bir tesiri var. Abartmadan söylüyorum ki Nazım Hikmet’in şiir ve kitapları Türkiye’de yasaklı olduğu zaman ben bu kitapları Bulgaristan’dan getirterek okudum ve gördüm Nazım Hikmet’in Türkçesi benim Türkçemdir. Hiçbir itirazım yok ama Arif Nihat Asya’nın Türkçesini Nazım Hikmet’in Türkçesi ile mukayese ettiğimiz zaman Asya’nın Türkçesi, Nazım Hikmet’in dilini 10 defa tartacak nisbette güzel bir Türkçedir. Şiir bakımından da Nazım Hikmet katiyen geride değil, öndedir ama Arif Nihat Asya komünist olmadığı için yeterli yakın ilgi görmemekte ve ortaya konulmamaktadır. Edebiyatımızın büyük isimlerinden birisidir. Arif Nihat Asya’nın dışında benim üzerimde tesiri olan ikinci kişi Necip Fazıl’dır. İlkokulun 3. sınıfından itibaren hiçbir şey anlamadan, babamın zoruyla onu okumaya başladım ama lisede tiryakisi oldum. Necip Fazıl okumadan derse çalışmam mümkün olmadı. Şiirimde ve nesir yazılarımda Arif Nihat Asya dışında Necip Fazıl’ın da çok büyük bir etkisi vardır. Arif Nihat Asya ile beraber olduğum kadar Necip Fazıl’la olamadım. Buna Necip Fazıl’ın son derece mağrur bir kişi olması sebebiyet verdi. “Ben” diye konuşan bir adamdır kendisi. Bu isimlerin yanında bana tesir eden başka kişiler de vardır. Mesela Nihal Atsız’ın da çok tesiri altında kaldım. Yazdıklarını çok büyük bir hayranlıkla okudum. Ankara’da bulunduğum yıllarda Nihal Atsız’ın küçük kardeşi Nejdet Sançar bizim hep ağabeyimiz durumundaydı. Onun çok büyük himmetini gördüm. “Bu Vatan Kimin” isimli şiirin yazarı Orhan Şaik Gökyay’la beraber zaman geçirdim ve onun da tesiri altında kaldım. Osman Yüksel Serdengeçti’yle de yaklaşık 20 yıllık bir beraberliğimiz oldu. Onunla geçirdiğim süreci de “Serdengeçti Geldi Geçti” isimli yaklaşık 200 sayfalık bir kitapta ortaya koydum.
“Kitapsız, kütüphanesiz evlerin mağara karanlığından hiçbir farkı yoktur”
“Bizde her nesil kendisinden önceki neslin edebiyatından mahrum büyüyor. Çünkü dil durmadan zayıflıyor. Bundan büyük facia olamaz.”, “Zengin ve güzel bir dilin yoksul ve çirkin kullanıcıları olduk.”, “Bir milletin dili, o milletin adeta şah damardır, varlık sebebidir. Bir milletin dili, yüzlerce yılın, binlerce yılın eseridir.” diye dil konusunda birçok değerlendirmeniz var, bu konuyu biraz açabilir miyiz? Dil konusunda şu an hangi konumdayız?
Şu an utanç verici bir durumdayız. Biz evlerimizde önce güdük insanlar olarak yetişiyoruz. Çünkü bizim evlerimizde kitap, kütüphane yoktur. Oysa kitapsız, kütüphanesiz ev olmaz. Kitapsız, kütüphanesiz evlerin mağara karanlığından hiçbir farkı yoktur. Bu bakımdan biz evlerimizden zengin bir Türkçe ile yetişmeliyiz. Okula başladığımız zaman bu defa devletin tespit etmiş olduğu bir dilde okuruz. Devletin tespit etmiş olduğu dil de kısır bir dildir. ‘Aman dilimizde Arapça, Farsça kelimeler olmasın.’ safsatasıyla hareket edenler, bin yıldan beri kullandığımız kelimeleri dilimizden tasfiye ederek, onların yerine birtakım kelimeler koymaya çalışıyorlar. Bu da bizi dünkü edebiyatımızdan koparmaya başlıyor. Yaşadığım bir hadiseyi anlatmak istiyorum. Bir tarihte İngiltere’de bir gemi kaptanıyla sohbet halinde oldum ve ona sordum. “İngiltere’de Shakespeare’i okumayan, ilgilenmeyen kimselere nasıl bakıyorsunuz?” diye. Bu sohbeti yaptığımız zaman Shakespeare 400 yıl önce ölmüştü. Yeminle söylüyorum kaptan bana, “İngiltere’de Shakespeare’i okumayan ve anlamayan kimseye biz aydın nazarıyla bakamayız. Elbette okuyoruz.” dedi. “Peki az önce bana bu sene üniversiteye gidecek olan kızınızdan bahsettiniz. Kızınız Shakespeare İngilizcesini biliyor mu?” diye sordum. Saatine baktı dedi ki “Şu anda tutmuş olduğum bir hoca kızıma evimizde Shakespeare İngilizcesini öğretmektedir.” Yani İngiltere 400 yıl önce ölen edebiyatçılarını çocuklarına anlatıyor. Türkiye’de böyle bir aydınlık yok. Biz Türkiye’de anlatılmaz bir cehalet içerisinde bulunduğumuz için daha 20, 40 yıl önce yaşayan tüm ediplerimizin eserlerinden uzak yaşıyoruz. Bu büyük bir facia. Bunu Kültür Bakanlığında çalışmış olduğum ve aklımda kalan rakamlarla açıklamak istiyorum. Resmi rakamlara göre İngiltere’de okul kitapları 71 bin kelimeyle yazılıyor. Bu rakam Japonya’da 40 bin, İtalya’da 32 bin, Atatürk’ün ifadesiyle çağdaş medeniyet seviyesine yükselmek mecburiyetinde olan Türkiye’de ise 6 bin ile 7 bin arasında değişiyor ve bizim sevgili çocuklarımız 6 bin kelimenin yüzde onuyla düşünüp, konuşuyor. Olacak bir iş değil. Bu durum bizi dünkü edebiyatımızdan koparıyor, müspet çalışmalarından uzak tutuyor ve Batı’nın çok gerilerine çekiyor. Bir milletin yaşayışında dil ve din çok mühimdir. Bu iki mühim kültür unsurundan “Birinci planda hangisidir?” diye sorarsanız, size “İlk planda dil gelmektedir.” derim. Çünkü dil olmasa, dini anlatmak da mümkün değil. Türkiye 6-7 bin kelime içerisine sıkıştığı müddetçe ilimde, edebiyatta gelişmeler olamaz.
“İlimde, sanatta, tarihte kayıtsız ve şartsız kendi köklerimize dönmek zorundayız”
Bu konuda neler yapmamız gerekir?
Bu konuda yapılacak tek şey İslamiyet’ten, Arapçadan, Farsçadan korkmamaktır. Bizim Türk Dil Kurumu ve başka müesseselerin çıkardığı sözlüklerde 80 ve 100 bin arası kelime var. Bir de bunun yanında Ankara’da çıkarılan Ali Püsküllüoğlu tarafından hazırlanan “Öz Türkçe” sözlüğümüz var. Alın ve inceleyin. 3 bin 175 kelime var. “Öz” kelimesi çok güzel bir kelime. Öz anne, öz baba, öz vatan ne kadar güzel ama bu öz kelimesi Türkçenin başına gelip konulduğu zaman ben büyük bir dehşet duymaya başlıyorum. “Öz Türkçe” yani bir mahallenin konuşacağı bir dildir. Çocuklarınızı aman öz Türkçe konuşsunlar diye böyle bir sözlüğe götürürseniz, onların bütün düşünce kabiliyetlerini, edebiyat güçlerini, ilmi çalışmalarını sıfır noktasına çekersiniz ve Türkiye’ye büyük ihanette bulunursunuz. Bu bakımdan dil adeta milletlerin hayatında şah damarı durumundadır.
Uzun yıllar Kültür ve Turizm Bakanlığında bulundunuz ve biliyorsunuz Türkiye’nin yaşadığı kültürel bir süreç var. Hem sinemada hem tiyatroda hem de çeşitli eserlerde bir Batılılaşma eğilimi vardı fakat bugün yerli ve milli bir anlayışa geldik. Tiyatromuz, sinemamız, edebiyatımız tam olarak köklerine sahip olamadı mı? “Kültürel iktidar” kavramına siz nasıl bakıyorsunuz?
“Bu üzerinde saatlerce konuşulması gereken bir konudur. Batı’nın birtakım kültür meselelerini alarak kendi meselelerimizi halledemeyiz. Yanlışın ötesinde bir yanlıştır. Mesela kendi musikimizi terk ederek, Batı’nın çok sesli musikisine giremeyiz. Vakti zamanında oldu bu yanlışlar. Batı’dan getirdiğimiz hiçbir şey bize aydınlık getirmedi, getirmez de… Bunlar bizi Batı dünyası karşısında yeni çıkmazlara sokar. Batı’nın ilmi ve tekniğine milyon kere evet buna hiç itirazım yok ama Batılılar gibi giyinerek, selamlaşarak, sofraya oturarak, konuşarak, onların zihniyetiyle hareket ederek dünya milletleri arasında kendimize yer alamayız. Bu bakımdan ilimde, sanatta, tarihte kayıtsız ve şartsız kendi köklerimize dönmek zorundayız. Batılılara benzeyerek şahsiyetimizi koruyamayız.
AA