Üsküp’te Keşfedilmeyi Bekleyen Yapılar

Tarihin zincir gibi bağlanan halkalarını takip etmeyi seviyorum. Bir halka var mesela, arada boşluklar, sonra garip bir şekilde ummadığın bir yerde yeniden bir halka buluyor ve tekrardan onu, eskiyi ve yeniyi bağlıyorsun. Eski şehirlerin içinde üstü örtülü, bazen bir harabenin altında, bazen de toprağın altında kapalı kalan ve yeniden dokunulmayı, üstünün temizlenmesini bekleyen yapılar var. Üsküp şehrinin ne kadar eski olduğunu bu gibi yapıları bularak tahmin etmek zor değil. Çocukluğumdan beri kâh eski bir türbe, kâh yıkılmış bir camii duvarı, eski bir hamamdan geriye kalan birkaç taş, terk edilmiş eski evler, kimsesiz mezarlıklar, cami etrafındaki eski mezar taşları gibi tarihi eserler sayılan yapıların yanından geçerken mâzi bizlere yani burada yaşayan Türklere göz kırpıyordu hep.

Bir çocuk düşünün sokağa açılan kapısını her açtığında evinin önünde yıkılmış bir camii var, minaresi olmayan, ancak minaresine çıkan merdivenlerden çıkıp tam da o yıkılmış yerinden kendi mahallesini izleyebiliyor. Saklambaç oynamanın zevkini ve bu gibi mekânların bizleri nasıl gizlediğini anlatsam masal gibi yansır. Hani prensesli ve kraliçeli masallar vardır ya, mesela çocukken izlediğimiz Kraliyet ailelerinin yaşadığı şatoların bahçesinde çitlerden labirentler vardı, bizim mahallenin de kendine has şatosu, arka bahçesi ve küçük küçük sokaklardan oluşan Türk çarşısı vardı. O ara sokaklara girip kaybolmak ve sonra yine aynı yere çıkmanın keyfi paha biçilemezdi. Kapıları iki taraftan kapalı bir Han, o da bizim mistik havası olan ve içine giremediğimiz şatoydu, Kaleden şehri fetheden askerler gibi izlerdik bazen, efsanevi hikâyeler ile hayallerimiz renklenirdi. Üsküp’ün içinde çocuk olsan bile, sürekli insana fethetme ruhu veren bir hava var. Bugün bile şehri gezenlerin arada sırada ruhuna işler “akıncı cedlerin ihtirasına” kapılır insan. Bunu neye borçluyuz biliyor musunuz? Anlatayım.

Üsküp’ü Müslüman şehri yapan Osmanlıya katan Fatihler’i hâlâ bağrında taşır bu şehir. Bir şekilde bu fatihlerin türbedarıdır. Üsküp şehrini 1392 senesinde fetheden kumandan Paşa Yiğit Mehmed Bey’dir. İstanbul’dan tam 61 yıl önce fethedilen şehrin ilk bânisi Yıldırım Beyazıd olmuştur. Üsküp’te Paşa Yiğit mahallesi de varmış, ardından oğlu Oruç Paşa, onun isminde de Oruç Mahallesi, ardından Gazi İshak Bey gelir. Velhasıl İshakiye Mahallesi de onun ismini alır. Benim yukarıda zikrettiğim mahallelerin eski isimleri bunlar, ama isimler eski olsa da aradan yüz yıllar geçse de hala oralardaki ruh aynı ruhtur.

İshak Bey aslen Amasyalıymış. Aynı zamanda II. Murad’ın silah arkadaşı ve Sırbistan’ı fethedendir. Oğlu Gazi İsa Bey ise Fatih Sultan Mehmed’in silah arkadaşıymış. Bugün hem İsa Bey’in hem de İshak Bey’in camiileri dimdik ayakta durur ve karşı karşıya birbrilerine bakmaktadırlar. İstanbul fethedildikten sonra Haliç’in kenarlarında Üsküplü mahallesi kurulur, Yahya Kemal Beyatlı’ya göre İstanbul’a ilk Türk mayasını veren bu şehirdir, çünkü o zaman bir medeniyet merkeziymiş. Âlimler, şairler, münşiler yetiştirmiş (Bunlara hem Şair Aşık Çelebi’nin hem de Hasan Çelebi’nin tezkirelerinde görebilirsiniz), medreseler, hamamlar, camilerle, tekke ve bedestanlarla çarşılarla bezenmiş.

Velhasıl şimdi size buna ilişik ancak farklı bir İstanbul’a gidiş hikâyesi anlatayım. 1902 yılında Üsküp’ün fethinden tam 510 yıl sonra Üsküplü bir genç hayatının tanzım ve tahsilinin temini için İstanbul’a gider. O genç, babası ve üvey annesi ile dargın olduğu için bir süre Serava kenarında konağı olan Humbaracı-zâde Yaşar Bey’in konağında ikâmet eder. Yaşar Bey, büyük annesinin halası oğludur. Yaşar Bey, Üsküp’ün en eski hanedanlarından birinin reisidir, Gazi İshak Paşa ve oğlu İsa Bey’in Üsküp’teki camilerinin mütevellisi de aynı zamanda. Üsküp Fatihi Paşa Yiğit’in ahvadındanmış. Yaşar Bey bu gencin ailesiyle de tanışıp eline bir miktar para vererek bir trene bindirilip İstanbul’a gönderir. Tren Üsküp’ten hareket edip bir gece Selanik’te durup sabahına da İstanbul’a hareket etmiş. O genç hayatında ilk ve son kez Rumeli’yi baştan katetmiş ve o toprakların güzelliğini o yolculuk esnasında görmüştür. En nihayetinde Sirkeci İstasyonuna varmış, İstanbul’un havasını teneffüs etmiştir. Bu genç İstanbul’u en güzel anlatan şair Yahya Kemal Beyatlı’dır. Çocukluğu, gençliği, annesinin mezarı ardında kalmış ve bu hatıralar onun peşinden sürüklenmiştir.

Tam yüz yıl sonra 2002 yılında tarihin o tozlanmış raflarının tozunu üfürerek Üsküp’te bir dergi çıkar, bu yüz yıl içerisinde pek çok dergi çıkmasına rağmen bu derginin farklı bir konsepti vardır. Üsküp’ü, Fatihlerini, kendi tarihini korkmayarak yazmaya çalışanları vardır. Derginin içerisinde Yahya Kemal Beyatlı’nın Kaybolan Şehir şiirinin etkisi vardır. Kaybolmadığını ispat etmek istercesine kalemler yazmaya başlar her konuyu. Savaşlar bitmiş, farklı rejimler değişmiş bir barış anlaşması imzalanmış, artık herkes kendi milli ve manevi değelerine sahip çıkmakta özgürdür. Derginin 5. Sayısında bir yazı vardır, Üsküplü Prof. Dr. Süleyman Baki’nin kaleme aldığı “Fatih-i Üsküb” Paşa Yiğit Mehmet Bey. Yazının bir kısmı şöyle “Yiğit Paşa (Meddah) Camii avlusundaki Yiğit Paşa Türbesi ve Meddah Baba Mezarı’nın yanısıra Meddah Medresesi ve Meddah Tekkesi de mevcuttu. Bugün bunların hiçbirinden eser kalmadı. Meddah Baba Medresesi’nden tarih boyunca, özellikle son elli-altmış sene öncesine kadar Üsküp ve civarındaki İslami hayata yön veren ünlü din alimleri yetişmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu medrese kapatlılmıştır. Sonuç olarak, Paşa Yiğit Bey’in eserlerinden olan cami, medrese, tekke ve türbenin hiçbirinin izine rastlamak mümkün değildir. Meddah Baba’nın mezarı ise, Üsküp Türk Çarşısı’nın Bit Pazarı tarafından olan her iki ana giriş caddelerinin tam arasında, Sulu Han’a yakın mesafede, eski Napredok sinemasının karşısındaki alanda bulunan birkaç dükkan ve maskenin arasında sıkışıp kalmış durumdadır.

Aydını, siyasetçi ve sade vatandaşı ile Üsküp çarşı esnafı, mutlaka bu mukaddes mekana ve esere sahip çıkmalı, gelecek nesillere Üsküp’ümüzün fatihleri ve eserlerini aktarmalıyız, eğer ki biraz tarihe, geçmişe ve mukaddesatımıza saygımız varsa! “Köprü Dergisi, Yıl: 2003 Sayı: 5

Aradan yıllar geçti 2016 yılının Temmuz ayında Bursa Büyükşehir Belediyesi destekleri ve Çayır Belediyesi ile Enka Holding’in katkılarıyla, içinde Paşa Yiğit Bey’in türbesi, Meddah Baba’nın mezarı, kütüphane, mescit ve şadırvan bulunan “Yiğit Paşa Kültür Merkezi” yeniden açıldı. Üzerinde gece kondular olan evlerin bahçesinde meğersem bir “Fatih” yatıyordu, Üsküp’ün Fatihi Paşa Yiğit. Kaybolmadı, oradaydı hep, bir “halka” bağlandı, üzerindeki toprak silindi ve harabeler temizlendi ve mücevher gibi değeri hiç kaybolmadı. Bu şehirde daha nice yerlerde yeniden keşfedilmeyi bekleyen yapılar var. Yıllar geçse de bir şekilde insanın ruhuna dokunuyor. Bugün bile içinde yaşayan çocuklara kendi masalını anlattığı oluyor. Dededen toruna anlatılan bir masal gibi hem de.

Read Previous

Bulgaristan ve Suudi Arabistan tarıma yönelik yatırım projeleri üzerinde çalışıyor

Read Next

Balkanlar’daki diplomaların karşılıklı tanınması üzerine müzakereler başladı

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *