Türkiye’den, Anadolu’nun herhangi bir bölgesinden Balkanlar’a gelenler özellikle burada bir süre kalıp insanıyla hemhal olanlardan; çarşısında çay içip bazı mahallelerden geçenlerden hep duyduğumuz bir cümle “Balkanlar Anadolu’dan daha Osmanlı’dır” cümlesidir. Geçen hafta Yeni Şafak yazarlarından Serdar Tuncer’i 15 Temmuz Şehitlerini Anma Programı çerçevesinde Kurşunlu Han’da düzenlenen program için Üsküp’e misafir etmiştik. Sadece Üsküp değil, Arnavutluk’un Tiran’ı, Kosova’nın Prizren’inden sonra payitaht İstanbul’a selam edercesine buralardan ayaklarına toprağın tozunu katarak yolcu etmiştik. Üsküp’te kaldığı akşam bir telaşı vardı, “Gazeteye yazı yetiştirmem gerek” cümlesinden sonra anladım ki bu şehirler güzel bir yazının doğmasına sebep olacaktı. Öyle de oldu; hatırlanmak, yazılmak, seneler sonra bile bu şehirlerin hiç değişmediğini söylemek buranın insanına çok iyi geliyor. Bizi unutmayın selamı ile Anadolu’dan ayrılan Rumeli’nin hep bir hüznü vardı aslında. Bu yüzden yazdığım her yazıda bu şehrin en derinindeki taşının selamını da göndermeye çalışıyorum. Benim yaptığım belki de bir kalem ile duvar kazımak, ama olsun karınca misali de olsa, zor da görünse bu dert ile dertlenmeye devam edeceğim.
Burada uydu antenleri her evde var. Haliyle Türkiye medyası takip ediliyor. Benim çocukluğumda Türkçe çizgi film izlemek neredeyse imkansızdı. VHS kasetler ile Yeşilçam filmleri izlemek için mahallede kimde video cihazı varsa onun evine toplanırdık. Şimdi durum farklı, fakat geçen günlerde beni duygulandıran bir olay yaşadım. Televizyon açıktı ve bir haber programında bir konuşmacı Üsküp’ü andı. Kızım ani bir hareketle yüzüme bakarak “Anne Üsküp dedi, duydun mu Üsküp dedi” heyecanla sevinme arasında bir duygu ile evde koşturmaya başladı. Bizim durumumuz da aynı böyle, Rumeli’nin ruhu da aynı şekilde “unutulmak istemiyor, hatırlanınca da seviniyor”. Bu yüzden sizlerden bir isteğimiz olacak, daha çok yazar gönderin bu topraklara, hatta belirli sürelerde gelip kalsınlar, roman yazsınlar, şiir yazsınlar, hikâye, deneme yazsınlar. Ecdadın hatırına bunu yapsınlar. Eğer gönül coğrafyası dediysek bunun hakkını da vermek gerek. Biz sadece birkaç kitap ile tutunmaya çalışıyoruz, bu yüzden takviye gerek, özel timi gönderin. Vakit, güçlü olmak vaktidir çünkü. Bizim nöbetimiz, dilimiz, dinimiz, kimliğimiz içindi; koruduk. Geldiniz, gördünüz; Balkanlar Anadolu’dan daha Osmanlı dediniz. Alnımız ak, gurur verici bir cümle, “onlar” ne diyor “mission completed” …
Şimdi nöbete dönelim yine, nasıl koruduk, nasıl korunduk? Birincisi kaldığımız evleri terk etmedik, tarihi eserlerimizi de … Yani bize emanet edilen değerlerimiz, miras demiyorum dikkat ederseniz, emanet diyorum, miras dersem harcama hakkımız olurdu ama emanet başka bir şey. Emanete hıyanet etmenin inancımızda da kültürümüzde de yeri yok. Onu korumak bizim vazifemiz. Diyeceksiniz kefere ile yan yana nasıl oldu bu? Evet saldırdılar hem de her türlü saldırdılar. Bu davadan vazgeçelim diye her türlü yolu denediler. Birinci plan, göç ettirmek, pes ettirmek oldu. Çok göç verdik, biraz da “serbest göç” anlaşması onların işine yaradı. O dönemde Makedonya’nın Meddah medresesinde ilim görmüş Hocalar bunu durdurmak için fetva verdi “göç etmek, terk etmek haramdır” dedi. 2005 yılında vefat eden Üsküplü Hafız İdris Hocaefendi sarığıyla birçok kez emniyette sorguya alındı. Nüfus cüzdanına koyulacak vesikalık fotoğraf için sarığını çıkartmasını söylemişler. “Başımı veririm sarığımı vermem!” cevabından sonra başında sarığıyla olan resmi de tüm evraklarda yer almış.
Korkmamak gerek. Korkarsanız bunu hissederler, daha çok üstünüze gelirler. Korkmadığımızı görünce korku üretmeye başladılar. Bir dönem kız çocuklarını da askere almak gibi bir girişimde bulundular. Korkmadık. Göstermelik mahkemelerce 1948 yılında Yücelcilerden dört Türk aydınını idam ettiler. Bir taraftan göç devam ederken diğer taraftan bunu hızlandırmaya çalıştılar. Seksenli yıllardan sonra ise yine ortalık kaynamaya başladı. Okullarda öğrencilerin yediği simitlere ilaç koyduklarına dair bir haber yayıldı. Herkes kendi dilinde öğrenim görüyordu, bir ara karma sınıflar yapmaya kalkıştılar. Eğitimden saldırmaya başladılar, zaten tarih kitaplarında Osmanlı’yı kötü gösteren yazılar vardı hep. Edebiyatın içini düşmanlıkla doldurdular. Bizim mahallenin bir üst sokağında Üsküp Kalesi vardı. Çocukken orası ile ilgili hep korkulu hikâyeler anlatırlardı. Kalenin içinde bir kuyu varmış, Osmanlı aldığı kelleleri içine atıyormuş diye. Bütün bunlarla büyüyen bir gençlik olarak bizler de mahallede toplanıp “Kara Murat” filmleri izliyorduk. Kale duvarlarından fırlayan Kara Murat’ı biz de oyunlarımıza dahil ediyorduk. Anlaşılacağı üzere mahallelerde başka bir dünya vardı.
Evlerimizi terk etmedik dedim ya, bu evlerimiz de hep emanet bildiğimiz tarihi eserlerin yanındaydı. Oradan uzaklaşmadık, başka semtlere gitmedik. Mahallenin muhafızları gibi çoluk çocuk, kâh minaresi yıkılmış bir caminin içini oyun alanı yaptık, kâh kaleden aşağıya doğru kızaklarımızla kaydık, eğlendik. Gün geldi o camileri onardık, gün geldi hanların içinde “Yemen Türküsünü, Çanakkale Türküsünü” okuduk. Bir gün etrafında dolandığımızın içine gireceğimize inandık çünkü. Elhamdülillah. Evden sonra mahalle karargâhımız gibiydi. Kimin zilini çalıp kaçacağımızı, hangi komşunun evinde kayısı ağacı olduğunu, kimde dut ağacı olduğunu biliyorduk. Top koşturanlar da vardı, gün geldi iyi birer futbolcu oldu. Mahallemizin en uzun boylusu Üsküp TİKA Koordinatörlük ofisinde asistan olarak çalışıyor. Ezberi en güçlü olanımız hafız oldu, sesi en güzel olanımız her ülkede ilahi söyleyen dünyaca ünlü biri oldu.
Evlerimizi korurken bir gün gelip “Duvarlarınız çok yüksek, ya avlu duvarlarını bir metreye indireceksiniz ya da kapılarınıza avlunun içi görünecek şekilde pencereler açacaksınız” dediler. Bütün mahalledeki kapılara pencerecikler açtılar. Yoldan geçenler evin sofalığında oturmuş herkesi görebiliyordu. Onun da çaresi bulundu. Kapı girişinden hemen sonra birer perde astılar. Eve giren önce o perdeyle selamlaşıyordu. Çocukken o perdelerin saçımızdaki tokalara nasıl dolandığını bilirim. Avlular büyüktü, düğünler orada yapılırdı çünkü. Erkekler yan komşuda, kadınlar evde. Arada elbette kapıcık vardı. Tepsiler, baklavalar, yahniler, dolmalar o kapıcıklardan geçer; kimse görmeden büyük gürültü olmadan düğünler olurdu. Cuma günleri namazdan sonra camideki hocalar eve davet edilirdi. Her cuma mutlaka börek pişerdi. Evlerin önündeki sofalıklarda minderler olurdu, sırtına da dembelek yastıkları ve onları örten fisto veya Antep işli yaygılar vardı. Kenarlara da çiçek işlemeli yastıklar. Evin hanımı ne kadar temizse o yaygılar da o kadar beyazdı. Evin aynasıydı sofralıklar, ahşap parmaklıkların üzerindeki çiçek saksıları, yandan sarkan üzüm dalları… Her evde meyve veren bir ağaç yetişirdi. Buralara gelince çarşısı, camisi, hanları, hamamları olan yerlerin yanı sıra bu mahalleleri de arayın, çünkü onlar hâlâ var. Kapı önlerinden geçerken çay bardağının kaşıkla buluşma sesine denk gelebilirsiniz. Herkes evini, sonra mahallesini korumalı ki şehirler de insanlarına benzesin. Bu yüzden Üsküp biraz Rumeli biraz da Anadolu…