Fahri Tuna 10 gün süren Edirne’den Mostar’a Kültür Kervanından renkli anekdotlarını aktardı.
Ulvi Palas, Hem de 7 Yıldızlı Olanından
Dokuz gece on gün. Uzun süre. Çok güzel otellerde de kaldık, eyvallah. Biraz sıkıntılı otellerde de. Mesela Selanik’te. Genellikle konakladığımız oteller dört veya beş yıldızlıydı. Ama aramızdan biri 7 yıldızlı otelde kaldı dokuz gece de. Hatta on gün. D. Mehmet Doğan’a göre bu ‘Ulvi Palas’ta kalan şanslı kişi Ulvi Bey. (Yavuz) Hem de 7 yıldızlı Ulvi Palas’ta…’
Bekir Baba (Soysal) ile bana sorulursa Ulvi Palas’ın asıl konaklayıcısı D. Mehmet Doğan.
Bu tatlı tartışmanın sonunda tarafların uzlaştığı nokta şu: D.Mehmet Doğan ile Ulvi Yavuz, on gün boyunca gündüzlerini otobüsteki Ulvi Palas‘ta geçirdiler zahir, hem de 7 yıldızlı olanında.
Öteki Edirne Veya Edirne’nin Skandalları
Balkanların mücevher kutusu Selimiye’nin minareleri göründüğünde Fahri Tuna mikrofonu alıyor eline ve başlıyor anlatmaya: “ Değerli arkadaşlarım; az sonra bizi gişelerde karşılayacak olan gerçek bir Edirne sevdalısı şair dostum Mustafa Hatipler, sizlere nefis bir Edirne anlatacak ve şehri gezdirecek. Bir şehir bu kadar mı sevilir, bir şehir bu kadar mı güzel samimi içten anlatılır, bir şehir bu kadar mı sevdirilir; hiç abartmadan söylüyorum: Bunu bugün yaşayacaksınız. Ve bana ‘az bile söylemişsin Fahri” diyeceksiniz. Ancak bir Edirne daha var: Öteki Edirne. Bilinmeyen Edirne. Edirne’nin skandalları vardır. Bunları anlatayım sizlere. Bunları bilin ama unutun.”
Kafile şaşkındı. Nasıl olabilirdi. Ne demekti Edirne’nin skandalları?
Fahri Tuna bu şehirde yirmi iki ay süreyle vali danışmanlığı yapmıştı geçmişte. Edirne’yi avucunun içi gibi bilenlerdendi. Şaka mı söylüyordu gerçek mi? Meraklı gözlerle bakıyorlardı Tuna’ya…
Tuna anlatmaya başladı:
“Edirne’nin ilk skandalı: Edirne’de Edirneli yok. Dedesi Edirne doğumlu kimse yok bu şehirde. 1829 ve 1877’de Rus, 1912’de Bulgar ve 1918’de Yunan olmak üzere, dört kez işgal gören Edirne’de, gençler cephelerde şehit zaten, yaşlılar ve kadınlar çocuklarını alıp İstanbul’a Anadolu’ya sığınmışlar. Bugünkü Edirne halkı ise 1924 Mübadelesiyle Selanik ve ilçelerinden, 1930’lardan itibaren ise Bulgaristan’dan göçen Türkler… Özetle, birinci skandal Edirne’de eski Edirneli yok.”
Herkes şaşırmıştı ama ‘kadim Edirne kültüründen bugün neden pek bir şey yok?’ sorusu da cevap bulmuştu, böylece. Tuna devam etti:
‘İkinci skandal: Her yüz Edirneliden yetmiş beşi Selimiye’ye girmiş değil… Üçüncü skandal: Kırkpınar Edirne’de değil, Cemil Meriç’in baba şehri, bugün Yunanistan’da kalmış, Edirne’ye 30 kilometre mesafedeki Dimetoka şehrinde. Dördüncü skandal: Edirneli Kırkpınar’a katılmaz. Balkan şehitliği üzerinde Sarayiçi’nde, on beş gün öncesinden başlayan ve sabahlara kadar süren içkili dansözlü âlemlerde eğlenir, tam Kırkpınar güreşleri başlarken de Ege veya Akdeniz sahillerine tatile kaçar. Beşinci skandal: Kırkpınar’da bir tane bile Edirneli güreşçi yoktur…”
Sözlerimizi şöyle tamamladık: “Amaaa. 1930-1953 yılları arası devlet tarafından 132 cami tekke medrese ihale yoluyla satılması ve yıkılmasına rağmen, Edirne hâlâ medeniyetimizin en güzel şehirlerinden birisidir. Edirneli de munis samimi sakin insandır. Buyurun hep birlikte Edirne’yi yaşayalım.”
Necip Tosun’dan Fatiha Paylaşımı
Üsküp’ün damadı şehriyarisi öykücü Necip Tosun ile. Nasıl gidiyor seyahat gibilerinden. Bizim Necip biraz keyifsiz. Belli ki bir sorunu var.
“- Hayrola Necip kardeşim?”
“- Eşim Makedonya Ohri kökenli ya. Saat başı arıyor: ‘Necipciğim Ohri’de anneannemin mezarına gitmeyi, Fatiha okumayı ihmal etme lütfen, Üsküp’te büyükbabamın, Priştina’da babaannemin, Gostivar’da büyük dayımın mezarına uğrayıp Fatiha okumayı ihmal etme.’ Ne yapacağımı, hangisine uğrayacağımı şaşırdım. Çözüm arıyorum.”
“- Fatiha’yı topluca okuyacağım; onlar aralarında paylaşırlar artık’ deseydin ya.” Diyorum gülerek.
“- Tam da bunu dedim Fahri Ağbi. Bir kısmı gezi güzergâhının dışında, bir kısmında otobüsümüz durmuyor. Ben bunlara Fatiha’yı okuyayım. Onlar artık aralarında paylaşsınlar dedim…”
Kahkahayı patlatıyoruz.
Fahriyanı Rumeli
Şükür, her Balkan şehrinde üç beş öğrenci nasip oldu bu fakire. Öğrencilerimden bazıları; Edirne’de Selene Cabalar, Cevat Mert Çetin, Yağmur Karadaş, Şumnu’dan Sibel Cenap, Kırcaali’de Şefika Refik, Aysun Ramadan, Gümülcine’de Sibel Gülistan, Resne’de Emel Hamza Şerif, Üsküp’te Mehmed Arif kesiyor yolumuzu hasretle, kucaklaşıyoruz. Tanıştırıyorum grubumuzla. Bazılarının hikâye veya şiir kitapları da çıkmış durumda. Hele Emel Hamza Şerif’ Resne’de Niyazi Bey Konağı önünde otobüsümüzü durdurup ‘hoş geldiniz’ diyor ve 40 kişilik kafilemizi çaya davet ediyor.
D. Mehmet Doğan o meşhur tespitlerinden birini daha yapıyor: “Fahriyanı Rumeli bunlar. Bizim Fahri’nin yıllardır Balkanlar’da ektiği tohumlar fidan olmuş büyümüş, meyveye durmuş maşallah…”
“Benim Duam Nobel Ödülü İçin”
Bilenler bilir; Prizren’de şehrin ortasında Şadırvan diye çok leziz bir su vardır. O sudan içenin Prizren’e yedi kez daha geleceği söylenir. Veya o sudan içenin üç vakte kadar aşı yoksa aşı, işi yoksa işi, eşi yoksa eşi olacağına inanılır. O sudan içenlerin dualarının kabul olacağına dair bir efsane vardır.
Kafilemiz Prizren’den ayrılmak üzere. Sinan Paşa Camii karşısında, Akdere/Bristrica Deresi üzerindeki Taş Köprü yanında öykücülerimiz Necip Tosun ile Abdullah Harmancı’nın fotoğraflarını çekiyorum.
Sormadan edemiyorum tabii:
“- Şadırvan suyundan içtiniz mi arkadaşlar?”
“-İçtik” diyor ikisi de.
“- Dua ettiniz mi peki?”
Necip atılıyor:
“- Ettik etmesine de. Baktım Abdullah’a, ellerini açmış ‘Allah’ım filan kitabımın ikinci baskısını nasip eyle’ diye dua ediyor. (Gülmeye başlıyor) Dedim: ‘Bu kadar küçük mü senin ufkun Abdullah…”
Soruyu yapıştırıyorum hemen:
“- Peki sen ne için dua ettin Necip?”
Necip o her zamanki muzip ve sevecen yüz ifadesiyle cevap veriyor:
“- Ben Nobel ödülü için dua ettim tabii ağbi…”
Cemal Şakar: “De Get Şuradan, Adam Gibi Dua Et”
Ahme tYesevi halifelerinden Sarı Saltuk, Rumeli’nin gerçek fatihi ve sahibidir. Balkanlar’da on iki ayrı şehirde makamı/sandukası/mezarı olduğu söylenir.
Bosna Hersek’te, Mostar’a on iki kilometre mesafede, harika bir kaynak suyunun başında Blagay Sarı Saltuk Tekkesi’ni ziyaretimizi tamamlamış, ayrılıyoruz.
Necip Tosun ile Abdullah Harmancı önümde yürüyorlar gayet mutlu. Soruyorum:
“- Necipciğim, Sarı Saltuk Tekkesi’nde dualar nasıldı?”
“- Sorma Fahri Ağbi. Tekkedeyiz. Bizim Abdullah’a kulak kesildim: ‘Ya rabbi, filan kitabımın üçüncü baskısını da bana nasip eyle’ diye dua ediyor. Cemal (Şakar) dayanamadı: ‘De get şuradan. Bin adet kitabı ben alayım da tamam olsun üçüncü baskın. Adam gibi dua etsene sen kardeşimmm.”
“- Sen ne için dua ettin?” diye soruyorum.
Muzipliği üzerinde yine. Cevaplıyor:
“- Ben duamda sabitim ağbi. Elbette ki yine Nobel Edebiyat Ödülü için ettim.”
Az Daha İsmail’i Fotoğraf Şehidi Veriyorduk
Her seyahatte farklı mizaç kategorisinde insanlar olur. Kimi acelecidir kimisi yavaş. Kimi hep geç kalır, kimi alış veriş düşkünüdür. Kimi gurmedir, lezzet durağı arar, kimisi gezilecek görülecek yerler için koşturur. Kimi cami namaz peşindedir kimisi bir an önce otele kapağı atmak ister.
Bir de fotoğraf düşkünleri vardır. Her fotoğrafa girmek için gayret ederler veya her yerde üç beş kare bireysel fotoğrafı olsun diye çırpınırlar.
Bu kez bizim kafilenin ‘fotoğraf çektirme top üç’ünda ilk üç basamağı İsmail Bozkurt, Memiş Okuyucu ve Mehmet Kurtoğlu var’ diye ittifak ettik. Hiçbir kareye girmeyip sadece çekenlerin top üç’ünde ise Bünyamin Yılmaz, Caner Arabacı ve Nazım Payam sayılabilir.
En ilginç fotoğraf vakası ise Bosna’da, Trebinya’dan Mostar’a giderken yolumuz üzerindeki harika Türk köyü Poçitelli’de yaşandı.
Ziyaretimiz bitmiş. Ana yolun paralelindeki kahvehanede çaylar kahveler içilmiş, otobüse doğru hareket edilmişken, arkamızı yamaçtaki özgün mimarili köye vererek toplu bir hatıra fotoğrafı çektirmek istiyoruz. Yirmi beşin üzerinde şahıs giriyor kareye. O sırada bir taksi geçiyor önümüzden. Derken fotoğrafa girmek için Galatasaraylı Rodrigez misali müthiş bir depar atmasın mı bizim İsmail Bozkurt. Tam taksiyle çarpışmak üzereyken, İsmail direksiyonu sola taksici sağa kırarak kaza can kaybı olmadan atlatılıyor. Olay faltaşı gibi açılmış gözleri önünde cereyan ediyor. İsmailcik – hiçbir şey olmamış gibi – deparını tamamlayıp fotoğraf karesine kavuşuyor. Hepimiz nefes nefeseyiz, hepimiz şaşkın.
İsmailciğimi teselli etmek gene benceğize kalıyor:
“- Üzülme İsmail, eğer taksinin altında can verseydin, söz, senin adını fotoğraf şehidi olarak bir okula verdirtecektik. Gönlünü ferah tut sen İsmail!’
Dünyanın Merkezi Neresi? Yozgat mı Bolvadin mi Koşukavak mı; Bir Türlü Karar Veremedik
İkinci gün, Edirne’den Kırcaali’ye giriş yaptığımızdan itibaren, 36 saat süreyle, ta Yunanistan’a girene dek rehberliğimizi, Zafer Kızılca’dan on gün boyunca ulaşım/konaklama taşeronluğunu üstlenen Koşukavak Turizm’in sahibi Rifat Yakupoğlu gerçekleştirdi. Haskova, Kırcaali, Filibe… Üçü de hâlâ buram buram Türk, Türkçe kokan yerler. Hele Kırcaali; Sultan II. Murat’ın kumandanlarından Kırca Ali Gazi’nin bizlere armağanı ve emaneti olan bu yüz bin nüfuslu şehrin bugün itibarıyla dahi köylerinin yüzde 97’si Türk, altı ilçenin (onlar kasaba veya belediye diyorlar) de il merkezinin de belediye başkanları Türk.
Rifat Bey güngörmüş bir arkadaşımız. Bulgaristan Kırcaali’ye bağlı Koşukavak İlçesinde doğup büyümüş. İlk orta lise üniversite eğimini de Kırcaali’de yapmış. Tam meslek hayatına atılacağı yıllarda 1989 Büyük Göçü’nde Türkiye’ye Gebze’ye göçenlerden. Ardından Sirkeci’de bir handa aldığı uygulamalı ticaret üniversitesi eğitimi sonrasında, iş hayatında Gebze merkezli firmasını kurmuş, on kadar çalışanı olan, Balkanlara her hafta beş altı otobüs yolcu gönderen, her bir otelde yılda ortalama altı-yedi bin konaklama yaptıran ciddi bir işyerinin sahibi, başarılı bir işadamımız.
Aynı zamanda bir Balkan âşığı bizim Rifat. Balkan hâdimi. Kendisini Balkan Türklüğüne adamış bir Rumelili. Federasyon başkan yardımcısı. Dergi de çıkartıyor.
Ve doğup büyüdüğü topraklara âşık. Özellikle doğduğu kasaba Koşukavak sevdalısı. Otuz altı saatte üç şehri çok güzel anlattı bizlere ama. Üç şehri anlattığı kadar Koşukavak da anlattı. Bir ara kafile olarak merak eder olduk. Ben dayanamadım sordum: ‘Rifatcığım, Bulgaristan mı daha büyük Koşukavak mı?’
Rifat’a bu soru sorulur mu: Hiç düşünmeden ‘Koşukavak’ cevabını yapıştırdı. Ve ekledi: ‘Koşukavak olmasaydı Bulgaristan mı olurdu beya? Bulgaristan mı kalırdı beya?”
Soldan ikinci sırada seyahat eden Memiş Okuyucu, Koşukavak’ı kıskanırcasına söze girdi: ‘Türkiye de bizim Yozgat’tan sorulur. Ankara yokken Yozgat başkentti. Hatta Ankara Yozgat’a bağlıydı bir zamanlar. Yozgat yemekleri şöyle lezzetlidir, Yozgat türküleri böyle duyguludur…”
D. Mehmet Doğan, solunda oturan koltuk komşusuna takıldı: ”Ulvi (Yavuz) Bey, Ege’nin başkenti de sizin Bolvadin değil mi? Afyon yokken Bolvadin vardı tarihte!”
Aldı mı size arabayı bir tartışma:
Dünyanın merkezi Koşukavak mı Yozgat mı Bolvadin mi?
Dakikalar saatler günler sürdü tartışma. Rifat Yakupoğlu’na göre kesinkes Koşukavak. Memiş iddiasından bir adım geri atmadı: Yozgaaaattt! Ulvi Bey de o hâlim selim hâliyle (ve tabii D. Mehmet Doğan’ın sözcülüğünde) tereddüt etmedi Bolvadin’in büyüklük ve ululuğundan.
Netice mi? On günlük gezi bitti ama tartışma bitmedi.
Kafilemiz üçe bölündü: Üç görüşe de oy verenler, destekleyenler var sizin anlayacağınız.