Uzun zamandır yazmak istediğim bir konuyu bugün yazmaya karar verdim. Ama nasıl bir dille yazacağımı kestiremiyordum. Kendini içinde bulan gülüp geçebilir, ama üstüne alınmayan da olabilir. Olmalı da. Çoğu zaman denk geldiğimiz bazı hallerimiz vardır, “yurdum insanı” deyip bu hallerimize güleriz, bunu da o şekilde karşılamanızı isterim.
Bizler yıllardır Türkiye’ye gelip gittik, bazen bir tatil, çoğu zaman akraba ziyareti, bazen de iş gereği. Ama Türkiye’den Balkanlar’a yoğun olarak gelişlerin çoğu son dönemdeydi. Ondan önce “Türk turist” yok denecek kadar azdı. Ziyaretlerin çoğu akrabalaraydı, az da olsa iş için gelen vardı. Günümüzde durum biraz değişti, “gelenleri” tek başlık altında kategorize etmek yanlış olur; birkaç başlık altında değerlendirmek şart. Bir de uzun vadeli gelenler ile kısa vadeli gelenler var. Hatta buraya gelip tamamen yerleşmek isteyen de var. Durum nasıl olursa olsun, yaşananlar nasıl olursa olsun, her gelenin başımız üstünde yeri var. Tabii başımızı ağrıtmadıkları takdirde.
Birincisi, siyasetçilerin diplomatik görüşmelerini saymazsak, ziyaret amaçlı gelenlerin çoğu ya yazar ya şair ya da gazeteciydi. Struga Şiir Akşamlarına mutlaka her yıl Türkiye’den ünlü bir şair katılır zaten. Şairler şairlerle görüşür, flaşlar patlar, fotoğraflarla o an ölümsüzleştirilir. Çok eskilere gitmeyeceğim, günümüzden bahsetmek için yer açmam gerekiyor çünkü. Savaşlar bitti, kocaman bir ülkeden yedi farklı ülke kendi başına kaldı. Herkes sözde demokrasisine kavuştu. Ben de genelde doksanlı yıllardan sonra şahit olduğum kısma değinmek istiyorum zaten. FETÖ; okulları açmak için o dönemde geldi buralara. Türk Kolejleri denildi, çok da kolay oldu okul açmaları. Aslında bizler burada bazı okullarda bir Türk sınıfı açmakta zorlanırken nasıl oldu da devlet bu kadar kolay izin verdi bu okulların açılmasına diye de düşünmeden edemedik. Gelir gelmez “himmet, hizmet, cemaat, sohbet, abla, abi, gazete, dergi” gibi kelimelerle allandık pullandık, az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik. Biz yerel halkın, yani buralı Türklerin yaptıklarını ve mücadelesini de bir türlü beğendiremedik onlara. Gördük ki maksat bizlerin gelişmesi değil sömürülmesiymiş, yine yolumuzda tek başına kaldık. Bizler vatan derdinde, onlar himmet peşindeydi.
Bu topraklara Türkiye’nin bazı kurumları gelince, kendimizi biraz daha rahat hissettik. Rahat dediğim “yalnız hissetmemek”. Türkiye’nin nefesini yanında hissetmek. Bunun yanında bazı dernekler, sosyal projeler, sivil toplum kuruluşları, belgeselciler, gazeteciler ve yazarların çoğunun ansiklopedik bilgilerin dışında ruhlarıyla bu topraklara kavuşmalarını da gördük çok şükür. Onları tamamen bu konunun dışında tutmak istiyorum zaten.
Türkiye destekli üniversitelerin açılmasından sonra öğrencilerle tanıştık. Doğu Anadolu, Karadeniz, Orta Anadolu, her bölgeden öğrenciler geldi. Makedonya’da yaşamak zor değil, yemek içmek ucuz Türkiye’ye göre, haliyle öğrenciler için de cezbedici oldu. Onlar mezun oldukça daha çok gelen oldu okumak için. Baktık, tek tük Balkan gezisi turları başladı, “misafir” diye adlandırdıklarımız yavaş yavaş “turist” oldu. İnternette, arama sitelerinde artık ülkemizin adını yazdığımızda “hangi şehirlerde nerelerde kalınır, nerelerde ne yenir, şu veya bu yemeklerin resimleri” gibi notlar karşımıza çıktı. Gezi yazılarını paylaşanlar, eleştirenler, beğenenler, tekrar gelmek isteyenlerin yorumları çoğaldı. Kocaman bir pazar haline dönüştü. “Geldik, gördük, döndük” dediler. Olsun, önemli olan gelmeleri dedik. Sonra da bizden daha Balkancı oldular!
Anadolu insanı, farklı bir ülkeye gitme heyecanıyla yola koyuldu, pasaportunda farklı ülkelerin mühürleri çoğaldı; Makedonya, Kosova, Arnavutluk, Karadağ, Bosna gibi ülkeleri 3 günde gezip gördü. Buralara hiç gelmeyenler, Avrupai bir ülkeye varma heyecanıyla yola koyuldu, karşılarına Anadolu çıktı. Ama bu farklı bir Anadolu idi. En çok da Türkiye’yi eleştirenlerin hallerine güldüm. Üsküp Türk Çarşısında esnafla Türkçe konuşabilme keyfine erişenlerin, ikinci muhabbette Türkiye iktidarını eleştirmeye kalkıştıklarında aldıkları cevapla yüzlerinin aldığı hale güldüm.
16 Nisan referandum seçimleri yeni bitmişti, 23 Nisan kutlamaları için çocukları buradaki bir tiyatro gösterisine götürmüştük. Dönüşte çarşıdan geçiyoruz, bir gurup Türk turist çocukların ellerindeki bayrakları görünce fotoğraf çekilmek istedi. Bizimkiler “tabi ki evet, tabi ki evet” şarkısını dillerine dolamışlardı, Türkiyelileri görünce de epey coştular tabi. Harfleri yarım yamalak söyleyen kızım ise “Eydoyyann” diye bağırmaya başladı. Sen misin “evet, Eydoyan” diyen, aralarında bir grup kadın “hayııırrr, hayııır” diye cevap vermeye başladı; bizimki de inatçı, “Eveeet, eveeet” diyor ısrarla. Gergin dakikalar yaşadık yaşamasına da kocaman insanların çocuklarla inatlaşmasını aklım almadı. “Türkiyeli de olsanız Türkiye’yi eleştirmenize buradaki Türkler izin vermez hanımefendi” deyip yolumuza devam ettik. Kızım da “onlar Türk değildi galiba” dedi. Açıklayamadım. Bir keresinde de bir Makedon ve bir Türk’ün anlaşamadığını gördüm araya girdim, ama İngilizce konuşuyoruz tabii Türk olduklarını bilmiyorum. Kadın “How can I go to Teleferiko” dedi. Makedon olan bütün cümleyi “teleferiko” dışında anladı. Ben de “teleferiko” kelimesi sayesinde onun Türk olduğunu anladım. Biz Türkler bilmediğimiz kelimeleri İngilizceleştirmede ustayız sonuçta. “Türk müsünüz?” sorusu karşısında evet cevabı aldığımda Vodno dağının tepesindeki Haç’a gitmek için teleferiğin yolunu sorduklarını anladım. Üsküp’e ilk kez gelen bir Türk’ün orada ne işi vardı onu anlayamadım. Şehre tepeden bakmakla hiçbir şey görmeyen var, kaldırımlara bakıp tarihi öğrenenler var.
Bir de Balkan kökenli olup uzun zaman sonra buralara gelenler var. Anadolu insanının bir batı ülkesine gidip Anadolu ile karşılaşması sürprizi nasıl şaşkınlık yaratıyorsa, buradan oraya göç edenlerin bir kısmını da buralara gelince dudak büzüştürerek gezerken gördük. Bir mağazadaydım, top top kumaşlar var, dükkân sahibi malını tanıtıyor, karşısında Türkiye’den gelen birkaç kadın var. Belli ki aslen buralılar, düğün için şatafatlı kumaşlar bakıyorlar. Adam da “Roberto Cavalli’nin son model kumaşları bunlar” diyor, kadın da dudak bükerek “bizde de var bunlardan ama bizde ona Roberto Carlos diyorlar” dedi, “ama o futbolcu” dedi adam. Bu diyalogdan sonra kendimi dışarı attım.
Bütün bu diyaloglardan aynı tipte iki farklı insan modeli çıkıyor karşımıza. Her iki tipteki insanlar da doğdukları şehre ait olamayanlar. Nereye gidersen git, önce kendi şehrini sevmen gerekiyor çünkü. Özünü unutunca sana bütün şehirler darılır. Gezdiğin her şehir seni sarsın istiyorsan, gittiğin şehirden bir toz kondur ona. O zaman kucaklar seni ve basar bağrına.