Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Recep Sıralı’nın “Tuna Nehrinin altında kalan Türk adası: Adakale” başlıklı makalesini ilginize sunuyoruz.
Rumeli coğrafyasındaki topraklarımız, geleneksel mimari ve çeşitli kültür varlıklarının yanı sıra doğal ve tarihi açıdan da oldukça zengindir. Türk halk kültürü, yüzyıllar boyunca Balkan toplumlarının kültürünü besleyen en önemli kaynak olma özelliğini hala korumaktadır. Bu zenginlik köklerini tarihimizin derinliğinden almaktadır.
Balkanlardaki dinamik kültür mirasımız, Osmanlı dönemindeki süreklilik, zenginlik ve ihtişamına karşın günümüzde ülkemiz insanının bilgisizliğinden kaynaklanan ilgisizliğin kurbanı olmuştur. Bunun sonucunda da zengin kültür varlıklarımızın önemli bir kısmı unutulmaya ve yok olmaya yüz tutmuştur.
Günümüzde acımasızca eleştirilerin ve akıl almaz saldırıların yapıldığı eşi ve benzeri dahi olmayan büyük bir medeniyetin Rumeli’deki zenginliklerinin yok oluşuna ilişkin günümüzde unutulmuş ya da dile getirilmemiş bazı gerçekleri açıklamak, gelecek nesillerimize aktarmak her Türkoğlu Türk’ün üzerine vazife olmalıdır.
Konumuz, ardında bir sürü eser ve yaşanmışlıklar bırakıp ciltlere sığmayan Osmanlı-Türk medeniyeti değil. Yoktan, zevksiz ve tartışmalı bir konu oluşturmak da değil. Konumuz, medeniyetimizin Tuna’da kaynaştığı ve kök saldığı, milletimizin değerli mirasının önemli bir parçasını yani Adakale’yi anımsatmak.
Günümüzde çoğu insanın belki de bilmediği, ilgilenmediği veya aklına dahi gelmediği Rumeli’deki yerleşim yerlerinden biri olan Adakale’yi gündemde tutmak ve Tuna’nın serin sularına emanet ettiğimiz büyük medeniyete ait bu küçücük ama çok önemli kara parçasını kayıtlara aktarmaya çalışmak zengin kültürümüze ve geçmişimize sadakatin çok küçük bir örneğini teşkil edecektir.
O zamanın Avrupa’sının Avusturya, Macaristan ve Rusya gibi gözü dönmüş ülkelerinin Osmanlıyı ve yüzlerce yıllık Türk mührünü Avrupa’nın içlerinden söküp atmak için verdikleri o amansız çabalara karşı direnen Tuna’daki gözümüz ve kulağımızdı Adakale.
Günümüzde Sırbistan ve Romanya arasında sınırı oluşturan, türkülerimize konu olan şimdilerde ise Türk’e hasret o nazlı Tuna nehrinde, dünyaya hükmetmiş uygarlığımıza ait ve içinde sadece Türklerin ikamet ettiği tek adadan yani Adakale’den bahsediyorum.
Adakale, Osmanlı Devleti tarafından geçirildikten, 1923 yılındaki Lozan Anlaşması ile Romanya’ya teslim edilene kadar bir Türk adası olarak kalmıştır. 1970’li yılların başına kadar 1000 kadar Türk’ün yaşadığı 160.000 m² yüzölçümündeki Adakale, Osmanlı mimarisinin özelliklerini yansıtan bir yerleşim birimiydi. Üzerinde bir cami, bir kale, pazar yeri, turistlere hediyelik eşya satan dükkânlar ve birkaç kahvehane bulunmaktaydı. Adada yaşayan Türkler tütün ekimi, kayıkçılık ve adayı ziyarete gelen turistlere yapmış oldukları ticaretten geçimlerini sağlamaktaydı.
Son dönemlerinde Osmanlı devletinin sınırlarının dışında olmasına rağmen 1923 yılına kadar kalesinde şanlı ay-yıldızlı bayrağımızı dalgalandıran ve İstanbul’dan atanan bir kaymakamla yönetilen bu şirin ada ilk meclisimize temsilci dahi göndermişti.
Kazanlar vadisinin Demirkapı boğazı üzerinde trafik ve ticareti kontrol eden bu ada Tuna’daki varlığımızın çok önemli bir simgesiydi. Çünkü Adakale, Sırp ve Romen dindaşlarına yardıma gelen Ruslarla, Avusturyalı ve Macarların her seferinde püskürtüldüğü ve uğruna nice savaşların yaşandığı Tuna nehrindeki önemli bir karakolumuzdu.
Şanlı ecdadımızın Balkanlardaki varlığından sürekli duyulan rahatsızlıklar sonucu, sonunda korkulan olmuş ve Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un ünlü eseri Safahat’ında özelliklerini mükemmel bir şekilde izah ettiği o iki devlet, baraj inşa etme bahanesiyle alçakça ve sinsice planlarla emellerine ulaşmışlardır. Üzerinde insan yaşayan tek adayı, üzerinde ezanların eksik olmadığı Türk Adakale’yi, yüzyıllarca Tuna’ya fedailik yapmış olan kalesiyle ve camisiyle, tek katlı ve bahçeli evleriyle, orayı fetheden Alperenlerin mezarlarıyla buz gibi sulara gömdüler.
Oysa Tuna’ya yapılmasına bir anda karar verilen Demirkapı barajıyla ilgili tartışmalar ne mimari eksende ne de doğal yaşamı tehlikeye atma konusunda sürdürülmeden hatta nedeni, nasılı ve nazlı Tuna’ya uyumu dahi sorgulanmadan, Adakale’deki Türklere Balkanlarda sürekli yaşanan klasik anavatana zorla yeni bir göç tezgâhı daha dayatılmıştır.
Anlaşılan o ki dönemin çağdaş Avrupa devletlerinin hiç biri tarafından Tuna üzerindeki o adayı yurt edinmiş Türklerin yakarışlarına kulak asılmamıştı. Hoş, yakarış Türk coğrafyasındaki başka dine ve milliyete mensup bir kesimin yaşadığı bir adadan gelseydi, acaba Müslüman Türk’e duyarsız kalan bu devletlerin tavrı ne olurdu?
Türkleri yüzlerce yıl vatan bildikleri o diyarlardan atmayı ve eserlerinden de iz bırakmamayı kafasına koymuş olan o zihniyet, bundan yaklaşık 50 yıl önce de Tuna’ya baraj yapıp Türk İslam kültürüne ait doğal, mimari ve sanat zenginliklerini suya gömmeyi başarabilmişti.
Ancak, Adakale değildi Tuna’da yok olan, sulara gömülen. Tuna’da Türk’ü ve şanlı tarihini boğdular, Tuna’da İslâm’ı ve ülkümüzü de gömdüler, akıllarınca bir daha hiç geri gelmemek üzere. Türk-İslam tarihinin Rumeli’deki kilit noktalarından birinin izlerini yok ettiler sadece…
Rumeli coğrafyasındaki yüzlerce yıllık bir yurdumuz, ecdadımızın geçmişten günümüze intikal eden küçük bir mirası tarihimizin belki de hiçbir zaman erişilmeyecek derinliklerinde işte bu hazin nedenle kaybolmaya, yosun tutmaya yüz tuttu Tuna nehrinde.
Hazin son… O bildik Türk düşmanlığının yuttuğu çok önemli bir evlâd-ı fatihan diyarından daha geriye ne mi kaldı? Masal ve Türkülerimize konu olan efsanevi Tuna nehrinin içinden aktığı o meşhur Kazanlar vadisinin bu yok olan limanında ne kuş, ne de çocuk sesi kaldı. İçli içli ağlayıp, kanlı gözyaşı döken insanlarımızın ahı kapladı Koca Balkan dağlarını.
Eşyalarını denk yapıp Romanya’nın ve Türkiye’nin çeşitli yörelerine göç edenler geride meyve ağaçlarıyla kaplı bahçeler içindeki evlerini, hayallerini ve umutlarını daha da önemlisi nesilden nesile aktarılacak olan anılarını da bıraktılar… Bir de “Aman bre ada, ey şirin ada, kal selamet be şirin ada” diye güzel nakaratı olan Adakale türküsünü…
Son yıllarda Anadolu ve Trakya coğrafyasında bize ait olmayan uygarlıklara ait eserlerin baraj göllerinin altında kalmasından dolayı doğa ve çevre dostları tarafından ortaya konan duyarlılık, aynı zihniyet tarafından kültürel varlığımızın Rumeli’deki çok önemli bir parçası sayılan bu Tuna adasının 1970’li yılların başında yapılan Demirkapı barajı nedeniyle nehrin karanlıklarına gömüldüğünde de gösterilmiş miydi acaba?
Ülkemizdeki barajların altında kalacak olan başka medeniyetlere ait tarihi eserleri kurtarmanın peşine düşmeden önce Adakale örneğinde olduğu göz yumduğumuz hatta sesimizi bile çıkarmadığımız bizlere ait tarih ve kültür katliamlarını iyice irdeleyelim… Kimse bize kültür varlıklarımıza gereken saygıyı gösterdiğimizi, eserlerimize sahip çıktığımızı ya da bu açıdan hassasiyetimizi ve konuya ilişkin çabalarımız olduğunu anlatmasın.
Mesele, ortaya koyduğumuz zengin medeniyetimize ait kültür varlıklarımızı ve değerlerimizi tarih katliamından kurtarmak onlara gerekli ilgi ve saygıyı göstermektir. Çünkü bize ait her bir eser onun üzerinde bulunduğu toprakların toplumsal ve kültürel belleğini temsil etmektedir.
Gerçeğe sadakat şerefimiz, geçmişe bağlılık namusumuzdur. Şanlı medeniyetimizin üç kıtada at oynatıp buyruk yürüttüğü ihtişamlı dönemlerine ait bazı gerçekler ve yaşanmışlıklar, bu makaledeki örnek gibi cesaretle elinden tutulmayı beklemektedir. Bu ülkenin ve insanın başına ne gelmiş ve geliyorsa kendi tarihini ibret değil, bir masal sayan yetkililerin akıl almaz ilgisizliğindendir.
Bu nedenle tarihini seven ve geçmişine bağlı herkesin Adakale örneğinden mutlaka önemli dersler çıkarması ve bu tür gerçekler karşısında düşüncelerini mutlaka dile getirmesi gerekir. Bu beklenen destek kendi kültür mirasımıza sahip çıkma bilinci oluşturularak sağlanmalıdır.
Her sayfası şan ve şerefle dolu tarihimizin ve coğrafik zenginliklerimizin karanlıklara gömülmemesi için başta kamu kurum ve kuruluşları, çevre ve doğa gönüllüleri, tarih meraklıları, ülke sevdalıları ve farklı coğrafyalardaki insanlarımız tarafından sürdürülen çalışmalar Allah’ın izniyle elbette bir gün hak ettiği yere kavuşacak ve ulu çınar ağacımız hem köklerinden hem dallarından yeniden filizler vermeye başlayacaktır.