Tito’nun Çocukları ve Şiir

Çocuklar için şiir yazmak, çocukken öğretmenimizin “haydi şiir yazalım” demesiyle karıştırdığımızdan, kulağa hep kolay bir şey gibi geliyor. Ağaç için yazarsın, okul için yazarsın, kitap için yazarsın, kafiyeli ve kısa cümleler kurarsın olur biter. Çocukken öyle yapıyorduk değil mi? Öğretmenimiz de bizi bir “aferin” ile ödüllendiriyordu. Deftere yazdıklarımızı beğenmiyorduk belki bazen, ama etrafımızdaki insanlar bayılıyordu onlara. Ama çocuktuk, sonra hepsini unuttuk.

Çocuklar için şiir yazanlar genelde çok tanınmaz ama o çocukların bir gün büyük şairler olmasına ön ayak olmuşlardır belki, kim bilir. Çocuklar için şiir yazmak kolay mı? Bir kaç kez denedim ama ya yanlış bir şey yazarsam, ya “çocuk aklı” yazdıklarımı farklı anlarsa diye korktum hep. Metaforlara, imgelere bakar mı bakmaz mı, heyecan ister şiirde, yeni bir şey ister, eğlence ister. Onların isteklerini göz ardı etmeden yazar da mesaj vermeye çalışır, doğru yolu göstermeye çalışır. En güzel çocuk kitabı nedir sorsalar, çocukların okumaktan zevk aldığı kitap derim. İyi ama onları kazanmak biraz zor işte, öğretici olacağım derken sıkıcı olabilirsin, eğlendireyim derken yanlış bir şey öğretirsin. Bu yüzden bence çok zor bir şey çocuklar için yazmak. Onun o masumane, çocuksu dünyasına dokunmak her şairin harcı değildir. Cesaret ister, samimiyet ister, arınmış tertemiz bir kalem ister. Evet, çocukluk dönemimiz çok önemli, anılar, o dönemden yansıyanlar çoğu zaman beslendiğimiz bir bahçe olsa da onlar için yazmak çok başka bir şey. Mesela Yugoslavya döneminde Tito’yu anlatan o kadar çok şiir vardı ki neredeyse Tito üzerine yemin ediyorduk çocuk oyunlarımızda. Okulda, ders kitaplarında, birçok şiirin içinde, her yerde karşımıza Tito çıkıyordu. İki şeyi kafamıza kazıdılar hep. Birincisi Tito, ikincisi “kardeşlik birlik”.

Makedonya’da çocuk edebiyatı o kadar zengindi ki o dönem, yetişkinler için öykülerden çok çocuklar için yazılmış öykülerle ve şiir kitaplarıyla doluydu kütüphanelerimiz. Belli ki bir ideolojiyi zorla çocuk aklımıza yerleştirmek istiyorlardı. Bütün azınlıkların kendi dillerinde okumak, yazmak, bir tiyatroya gitmek gibi özgürlüğü vardı elbette. Ama sanki her şiir tercüme edilmiş, aynı kalıptan çıkmış gibiydi. Tiyatroda hazırlamaya çalıştığın her oyun için Kültür Bakanlığından izin alman gerekiyordu. Bu özgürlük sadece dil konusundaydı. Bir Türk öğrenci Türk gibi düşünemez, bir Arnavut veya Makedon öğrenci de öyle. Kendi kültürünü, kendi geleneğini, değerlerini evde anne-baban öğretecekti. Bu dönemde velilere çok büyük iş düşüyordu, evde de bir öğretmenin olması lazımdı. Sadece bu yüzden, bir kesim kendi çocuklarına “manevi değerlerinden uzaklaşır” korkusuyla sadece okuma-yazma ve hesap yapmayı öğrenene kadar okumaya izin verdi. Özellikle kız çocuklarına -bu zaten apayrı bir konu- büyük baskı vardı. Sekiz yıllık eğitimini tamamlamayan kız çocuklarını askere çağırmaları gibi mesela.

Yugoslavya parçalandıktan sonra bir on yıl da savaşlar yüzünden korkuya kapılanlar evlatlarını evlerinde sakladı. Tam da bu yüzden biraz geriden geliyoruz biz, yeni yeni keşfediyoruz bazı şeyleri. Ya da daha çok sarılmış bir halde buluyoruz kendimizi öz değerlerimize. Elinden kayıp gidecek değerlerine daha sıkı sarılırsın ya, bunun üstüne baskı da varsa, en çok sakladığın kalbinin yakınında durur bu yüzden. Göğsüne daha yakın kalan her zaman en çok saklamak istediğindir. Mesela İstiklal Marşını okullarda öğretmenler rahatça çocuklara okuyabiliyor şimdi. Eskiden en çok denetlenenler öğretmenlerdi, gizli bir ajan gibi okulları gezen müfettişler sınıfa giriyor, öğrencilerin saf dünyalarından yararlanarak onlara sorular sorarak öğretmenlerinin neler öğrettiklerine dair bir rapor hazırlıyorlardı. Oruç tutan öğretmenler, ramazan günü bir bardak suyu ağzına kadar götürüyor, sonra gizlice onu döküyordu. En çok edebi eserler çocuk edebiyatı ürünleri olsa da en çok denetlenen kurumlar okullardı. Ben bu dönemin kırılma noktasına denk geldim işte. Okulda Tito için şiirler okuyor, piyonerlik andını ezberliyor, gece evde televizyonda haberleri izlerken farklı bir dünyada yaşıyormuş hissine kapılıyorduk.

Geçen gün, yıllardır görmediğim ilkokul öğretmenimi gördüm. Caddeyi karşıdan karşıya geçmeye çalışırken “öğretmenim” diye çığlık attım heyecandan. Yüzüme baktı, geri döndü, tokalaştık, hatta sarıldım. “Nasılsın öğretmenim” diyebildim. Yüzünde, “seni tanıyorum ama ismin aklıma gelmiyor” bakışı vardı. Adımı söyler söylemez tekrar sarıldık birbirimize. Kendimi, bir anda tahtanın önüne çıkmış, yeni ezberlediği şiiri okumaya hazırlanan bir öğrenci gibi hissetim. Yeni eğitim sistemi, eski arkadaşlar, güncel konular üzerine konuştuktan sonra bir hatırasını anlattı gülerek: “Sınıfımda Yıldız isminde bir kız vardı, hastalandığı için altı ay kadar Ohri’de tedavi görmesi gerekiyordu, orada olsa da okula gitmesi gerekiyormuş. Tabi Türkçe okumamış, Makedonca eğitim veren bir okula göndermişler. Kız tekrar Üsküp’e dönünce eğitimine burada kaldığı yerden devam edecekti. Biz arada sırada çocukların yazma kabiliyetini öğrenmek için bir metni dikte ediyorduk, Yıldız yazdığı metni bana getirdi. Ne göreyim, harflerin yarısı Latin alfabesinde diğer yarısı Kiril alfabesinde yazılmış. Ne yapmışsın sen böyle dedim, ne derse beğenirsin ‘harfler de kardeşlik-birlik olmuş öğretmenim’ dedi. Biliyorsun o dönem buna çok önem verirdik.”

İşte bu kardeşler birbirine silah çektikten sonra çocuk edebiyatı dağıldı bu topraklarda. Biz şiirler yazmaya devam ettik yine de. 1992 yılından kalma sararmış bir “Birlik” gazetesine “Ah Bosna” diye bir şiir göndermiştim, sonra “Neden Baba” isimli bir şiir daha. Hâlâ korurum onları eski defterlerin içinde. 10 yaşında yazdığım iki şiirden sonra yıllarca yazmadım, o şiirlerdeki sorularım da öylece havada kaldı. Cevabını çok iyi bilsem de dokunmak istemedim hiçbir zaman o masumane çocuk dünyasına. Eskiden yazamadıklarımızı yazmanın keyfi çok güzel bir duygu olsa da, yıllarca öğrettikleri “kardeşlik-birlik” şiirlerinden sonra nice soru işaretiyle yaşadık.

Toparlanmak zaman alacak biliyorum, kimsenin çocuk edebiyatını canlandırmaya cesareti olmayacak bir süre daha. Savaşların yaşandığı ülkelerde nasıl bir şiir okunacak çocuklara? Umutlu mu olacak hepsi, kanlı mı, yoksa dikenli tellere mi asılacak bu şiirler ülke sınırlarında? Bu yüzden, şimdinin gençleri ve çocukları için “kitapları olmayan şiirlerin çocukları” diyoruz maalesef. Bir dönemden geçtik, savaşlar içinde bir çocuk ne düşünür çok iyi biliriz biz. Bu yüzden cesaretimiz yok o dünyada kalem oynatmaya, belki bizden sonra gelenler daha güzel şeyler yapacak. Kitaplarımıza da kavuşacağımız günlerimiz olacak, bunun adımlarını yeni yeni atıyoruz; Makedonya’da Türk edebiyatını yeniden canlandırmak adına adımlarımız var. Elbette biraz yavaş, biraz ağır ama durmak yok; her yolun zorlukları olacağının farkındayız.

 

Not: Bu yazı Gerçek Hayat Dergisi’nde yayınlanmıştır.

Read Previous

Türkiye’nin dört uçağı Musul operasyonunda

Read Next

Kosova Cumhurbaşkanı Thaçi: Kosova, barışın ve diyalogun ihracatçısı

One Comment

  • Selamlar Leyla hanım. Yazılarınızı herzaman severek okuyorum. Bu yazı da çok güzel olmuş fakat ben de tito döneminde okumuş biri olarak sormak istiyorum. Benim ailem ve çevremde hiç bir kız askere davet edilmedi,alınmadı ve gitmedi. Hangi dönemlerdeydi o olaymerak ediyorum? Ayrıca o zamanki tito dışındaki eğitim kalitesi şimdiki ile kıyaslayabilirmisiniz? Tşk. Ederim. Dr.Cavit istanbuldan

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *