Toplumsal tarihin kayda değer görmediği, adını tire diye adlandırdığımız kısa bir çizgi. Koca bir hayatı sığdırmış içine. Ölüm ile yaşamı birbirinden ayıran ama bir bütün haline getirmeden de anlamlandırılamayan o çizgi.
İzler bırakıyoruz hayatta hep. Bunun bilincinde olmadan bir kanıt arıyoruz kimi zaman da. Yaşananların yaşanmış olduğuna dair ufak bir belirti. Yaşamın kendiliğinden gelen bir sonuç asla yeterli olmuyor nedense. Duyulmak, anlaşılmak, bildik, tanıdık bakan gözlerin bize varsın, buradasın diye haykırmasını bekliyoruz sürekli. Hakkımızdır biliyorum. İnanmaya, güvenmeye, sevilmeye ihtiyacımız var hissediyorum ama esas olan bu mudur diye düşünmeden de edemiyorum. Yaşamın hep tekrara düştüğüne inananlardanım. Hep aynı şiiri okumaya benzetiyorum bu durumu. Aynı şiiri okumak ve her seferinde farklı bir kanaate varmak.
Geçen ay tamamladığım ve beni birkaç yaş olgunlaştıran Alman yazar Wulf Dorn’un Psikiyatrist adlı romanının analizini yapıyorum şimdilerde. Yaşlılık demansı romanda okuduğum ilk psikolojik rahatsızlıktı. Derken paranoid şizofreni ve son olarak beni en çok etkileyen ve bir makale çalışması için seçtiğim obsesif kompulsif bozukluk (OKB) yüreğimde en çok merak uyandıran türden bir rahatsızlıktı. Bizi saran kaygılar, endişeler, her şeyi uçta yaşamanın verdiği yorgunlukla kontrol edemediğimiz düşüncelerin tekrara düşmesi ya da saplantı haline gelmesi. Kişinin iradesizlik yaşayıp kendini zorlaması da cabası tabii. Makale çalışmamda da bahsettiğim biyolojik faktörlerde obsesif kompulsif bozukluğa sahip olan bireyin beyni daha aktif bir şekilde çalışır. Daha aktif demek, daha yoğun düşünmek ve karamsarlığı tamamen benimsemek demek. Yaşanan kayıplar, yenilikler de tetikliyor bu hastalığı. Her araştırmamda klinikte tedavi gören ve babasına mektup göndermek için bahçeye çıkıp diğer hastaların yolunu keserek onlardan posta pulu arayan yaşlı amcayı anımsarım. Hiç yitirmemiş umudunu. Gerçeği de biliyor ama. Düşleri ayırt edebiliyor gerçeklerden. İnkâr ediyor beyni bildiklerini. Kalbi, özlemleri ve acılarıyla yaşamayı seçmiş gibi sanki. Hayatın bizi her an yenilediğini bilmesini isterdim en çok. Belki yüreğindeki umudu da oradan geliyordur kim bilir, belki benim ondan öğrendiklerim de bitmiyordur, nereden bilebilirim?!
Şimdi ben yaşamın devam ettiği, tirenin sol tarafında kalan ve bir şeyleri hep sürdüren zamanın anlatıcısı olmayı seçtim ama yakalara asılan fotoğraf ve yası tutulan insanların yaşamını sorgulamanın düşünü de kurdum hep. Başta okuduklarım benim hikâyeme dahil oldu evet ama anlattıklarım artık hepimizin hikâyesi. Bahsi geçen her hayat, yüzümüze bildik bir gülümsemeyle karşılık veren ve bu dünyadan göçüp giden her insan bir parçasıdır hikâyemizin. Toplumun kayda değer görmediği her insan yine o toplumun fotoğrafıdır.
Yaşamın kendinden kastı bu. Yaşayanlar için hâlâ umut var. Dile getirmek hâlâ mümkün söylenemeyenleri. Yakalara değil de yüreklere asılan her güzel anın hatırına umut hâlâ ve hep var.