Bu günlerde üniversitemizde Giyim ve Davranış Kuralları gündemde… Üniversite bünyesindeki fakültelere yönerge tasarısı gönderildi, alem tartışma konusunu buldu. Sosyal medya başta olmak üzere, web siteleri, elektronik ve matbu medya çalkalanıyor. Sosyal medya ortaya çıktığından beri, her Ademoğlu ve Havakızı görüş sahibi kesilmiş, beş beğeni toplayınca görüş sahibinden mütefekkire dönüşüyor. İnsan haklarına, giyim kuşama karışma, binbir itiraz… ne bileyim.
Uzun sözün kısası, üniversite çalışanların ve öğrencilerin aşırı kısa etekler, yırtık giyim parçaları, askılı blüz, atlet, terlik, şort, eşofman gibi kıyafetleri giymelerini istemiyor. Bir de çalışanların öğrencilerle arasındaki iletişim sizli bizli olsun istiyor. Eee, nasıl olacak, başka türlüsü mümkün mü diye kendi kendime düşünüyorum. Lisans hocalarım aklıma geldi, mezuniyetim üzerinden otuz yıla yakın geçti, bir kere bana “sen” diye hitap ettiklerini hatırlamıyorum. Hayatta olanlarla bugün de görüşüyorum, aynı kurumda çalışıyorduk, fakat bu iletişimde edeb hiç değişmedi.
Aradan yıllar geçtikten sonra, öğrenciliğimde asistan olan birkaç mesai arkadaşımın ısrarı üzerine senli benli iletişime geçtik, doğrusu zor alıştım. Bu arkadaşlık, profesyonel bir ilişkinin ötesine geçmiş, aile dostluğuna dönüşmüş, karşılıklı ev ziyaretlerimiz var, fakat saygı ifadesi olarak sizli bizli iletişimi korumaya çalıştık. Aramızda her ne kadar dostluk, samimiyet olsa da, yine de bu öğrenci-hoca hukuku karşılıklı “siz” hitabıyla saygı ifadesini gerektiriyor.
Kültürümüzde, ebeveynlere, eşlere, yakın arkadaşlara, akrabalara sizli bizli hitap edilmez. Bu temel kuralları ne zaman öğrendiğimi hatırlamıyorum. Belki ismimi ve soyismimi doğru dürüst telafüz etmeyi, insanlarla iletişim kurmayı ve dişlerimi fırçalamayı öğrendiğimde. Mahalledeki sana yaşıt veya senden küçük arkadaşların ve en yakın akrabalarımız hariç herkese “siz” diye hitap edeceksin. Bunun yanında büyüklere Bay, Bayan, çok samimi olanlara amca, dayı, teyze ve yenge. En basıt kurallar. Evet, Rabbi yessir duasını ve kendimi tanıtmayı öğrendiğimde bunu da öğrenmiş olmalıydım… istisna diye bir şey yokken, kuralın ezilmez olduğunu…
Daha sonra, belki lise yıllarında bir yakınımın yoğun ısrarı üzerine “sen” diye hitap edebileceğimi söylediler. Rahmetli babam da, yaşadığımız dönemde edebin yokluğundan şikayet ederek, onun zamanındaki lise hocalarının öğrencilerine sizli-bizli hitap ettiğini anlatıyordu. Üniversiteye başladığımda, hocaların öğrencilerine sizli hitap etmeleri çok doğaldı. Akademik hayat, az değil. Reşit insalar arasında iletişim böyle olmalı. Ben de derslere girdiğim zaman öğrencilerime siz ile hitap ediyordum, yakından tanıdığım biri olursa bile, akademik mesafeyi korumayı önemli buluyorum. Bu şekilde akademiye de, üniversiteye de, karşımdaki müstakbel meslektaşlarıma da saygımı gösteriyorum. Başka türlü hitap şekli düzensizliğe, değerler sistemi yıkımına yol açar.
Giyinme kültürüne gelince, yine çok küçük yaşta pijama ile yatak odasından çıkılmamasını, üstüne giyilen sabahlıkla sadece banyoya kadar gidilmesini, şortun plaj ve beden eğitimi giysisi olduğunu, eşofmanın ise (hiç sevmediğim) spor salonu ve badmington oynarken evimizin bahçesi dışında giyilmediğini öğrendim. Kuşağımızda her çocuğun kışlık ve yazlık olmak üzere ikişer üçer takım günlük kiyafeti, evde giymek ve sokakta oynamak için ev ve sokak kıyafeti (o da bizden büyük kuzenlerimizden, abla ve ağbeylerimizden miras aldığımız, boy attığımızda bizden küçüklere miras kalacağını göze alarak özenle koruduğumuz giyim parçaları), okul törenleri, düğün, tiyatro ve önemli ziyaretler için saklanan ütülü pileli siyah etek (veya pantolon)-beyaz gömlek. Bir de mont ve mevsimlere göre üç çift ayakkabı. En azından iki yıl kullanmak için bir numara büyük alınırdı. Bunların yanı sıra okulda giyilen önlük, beden eğitimi için şort ve tişort. Bu kadar.
Fakir miydik? Hayır, sosyalist bir toplumda üst orta kesimden bir aileydik. Fakat asi olmamak her şeyden önemliydi. Bir kere okula, annemin Amerika’dan getirdiği bir elbiseyle gitmiştim. Pek göze batmayan bir şey, ne kısa, ne de dar. Normal günlük elbise. Tek farkı, benzerleri bizim mağazalarda satılmıyordu ve mahalle terzileri benzer elbiseleri kızlara dikmiyordu. Eve döndüğümde, “İmkanı olmayan çocuklara hava atmaya mı gittin” gibi sorularla o kadar azarlandım ki, bir daha okula giderken havalı bir şey giymek aklımın ucuna dahi gelmedi.
Hangi giyim parçasının nerede giyindiği gün gibi ortada. Askılı atlet, şort veya kısa etek sadece deniz kenarında, denize sıfır hotelden plaja kadar giyilebilen bir şeydi. Şehir içinde oyun parkı veya evin içinde hane halkı yanında bile asla giyilmezdi. Bu sadece genç kızlar için, dindarlar veya muhafazakarlar arasında geçerli kurallar değil. Bir genel kültür meselesi, bir düzen.
Lise veya üniversite yıllarımdı sanırım, günlük kıyafetle dışarıya çıkarken rahmetli babam beni kapıda durdurarak nereye gittiğimi sordu. Tiyatroya gideceğimi ve geç kaldığımı söylediğim halde, günlük kıyafetle asla tiyatroya gidemeyeceğimi, oyunculara ve diğer seyircilere saygısızlık olduğunu söyledi. Gerçekten de üstümü değiştirene kadar beni dışarıya bırakmadı. Ders, o dersti. Sınıf tekrarı diye bir şey yoktu evimizde. Ders tekrarı da. Cesaret edemezdik. Dayak korkusundan değil, dışarda iken bonton diyorduk, evin içinde edeb, ahlak. Uyum içinde. İkisi bir arada. Ebeveynlerimiz kitaplardan okuyarak, anlatarak, tembih ederek bize emanet bıraktılar. Bizi biz yapan oydu. Evimizin eşiği. Ötesine geçmek bizi bizlikten ederdi.
Ne zaman uyandığımı bilmiyorum. Yani, ne zaman fark etmeye başladığımı; şehir içinde askılı atletlerle, açık göbeklerle, gece elbiseleriyle, yırtık kotlarla, plaj kıyafetleriyle gezen genç ve yaşlıları görüyorum. Tişörtlerden sallanan iri göbekler, mini eteklerin veya şortların altından fışkıran selülitler, arka cephelerde titreyen yağ kümeleri, kasları bayraklar gibi dalgalanan çıplak kollar, aldırılmamış tüyler, eşofmanlar… Tırnaklarının uzunluğundan hasta bakımını yapamayan hemşirelerin elleri. Okullara, hastanelere, üniversitelere de girmiş. Kürsülere bile çıkmış. Üniversite öğrencilerine “sen” diye hitap etmeye başlamış. Muayenehanelerdeki hastalar “siz” iken “sen” oluvermişler (madem önümde çıplak duruyorsun, sen de diyebilirim mantığıyla).
Bunlar ortaya çıkalı epey olmuş olmalı da ben kitaplarıma dalıp fark etmemişim. Ki Üniversitemiz Giyim ve Davranış Kuralları’nın tasarısını göndermeye mecbur kalmış. Ben kitaplarımın başında uyurken toplum olarak bedevileştik. Bir de bu bedeviliğimiz o kadar güçlenmiş ki, böyle bir yönergenin gönderilmesine utanacağına, çekineceğine, özür dileyeceğine, ona cephe alıyor. Giyim tarzlarına karışılıyor, insan hakları çiğneniyormuş. Medeni bir ortamda bedeviliğin ne işi var? Çölde, tarlada, yaylada, plajda, taşrada o mekanların kurallarının uygulanmasına itiraz etmiyorum. Saygım sonsuz. Ama bir avuç medeniyyetime, bontonuma, ahlakıma, edebime ellemesinler. Babam öleli sekiz yıl oldu. Bunları kapıdan geçirmeyecek kimse kalmamış gibime geliyor.
Ya biz, biz ne yapıyoruz?