Rivayet olunur ki Şems-i Tebrizî vakti gelip de gönlünde aşk çerağını uyandırdığı; medreseli bir hocayı, bir müderrisi, yanık bir “Hak âşığı” kıldığı Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’yi ve Konya’yı terk ettikten bir zaman sonra, bir sohbet esnasında birisi gelip kapıdan, “Hünkârım [Mevlânâ’nın bir sıfatı da Molla Hünkâr’dır], mâlûmunuz ola, müjdeler ola, Şems geldi!” demiş. Hazret de bu sözün ardından, mürit ve muhiplerine “bu adama bütün malımı veriniz” demiş. Meclistekilerden birisi “Efendim, adamın söylediği yalandır, Şems gelmedi” deyince Mevlânâ, “Biliyorum, pek âlâ biliyorum. Fakat biz böyle bir müjdenin yalanına malımızı, gerçeğine canımızı veririz” cevabını vermiş.
Sadece Mesnevî’nin ve Divan-ı Kebir’in dili olan Farsça’da değil, Türk, hatta dünya edebiyatında çok büyük bir yeri ve tesiri olan Mevlânâ ile Şems-i Tebrizî arasındaki her akıl ve idrakin kaldıramayacağı, kavrayamayacağı derin ve esrarlı dostluk, Türk hikâyesi, romanı ve tiyatrosunda defaatle işlenmiş bir mevzudur. Tasavvufun “geçer akçe” olduğunu gören, en hazırlıksız, teçhizatsız ve donanımsız “graphomanik” [yazma hastalığı] tiplerin dinlenip dinlenip hakkında yazdıkları bu tema, nitelikli okurlar için zamanla sıkıcı hatta bunaltıcı bir hâl alsa da sevindirici bir gelişme olarak, bu nitelikli okurların etkisiyle son yıllarda bu yağmanın şiddeti ve dozunun azaldığı gözlemlenmektedir. “Aşk nedir?” sorusuna “Nasıl izah edeyim? Ben ol da bil!” cevabını veren; çok derinlikli bir ezoterik ve estetik duyuşa, aynı oranda ifade kudretine sahip olan Mevlânâ’yı gerçekten anlayan, anlamaya çalışan edep, dikkat ve itina sahibi yazarlar da çıkmaya başladı. Celâleddin-i Rûmî’nin sırlarla dolu hayatı, kişiliği; mecaz ve hakikat arasında gidip gelen, çok defa kabuktan söz açan ama okuruna, altındaki hakikati işaret eden; mazmunların, imajların, istiarelerin, metaforların belki zor fakat daima etkili diliyle söylediği mısraları daha çok uzun yıllar – dünyanın ömrü yeterse hatta yüzyıllar boyunca – tartışılacak, yorumlanacak, işlenecektir. Elbette Molla Hünkâr’ın hayatında ve edebiyatında başlıbaşına bir mesele olan Şems-i Tebrizî ile bu iki Hak ve Hakikat yolcusunun esrarlı dostlukları, bu yorumlayışların en temel bir boyutunu teşkil edecektir.
2015’teki ilk Üsküp görevimden itibaren bildiğim, tanıdığım, imkân oldukça temsillerini izlediğim Üsküp Türk Tiyatrosu oyuncularının 11 Eylül’de prömiyerini gerçekleştirdikleri Şems… Unutma başlıklı oyunlarını dün akşam izleme fırsatı buldum. Piyes, metni, dekoru, müzikleri, kostümleri, dramaturjisi ve özellikle oyuncuların performansları ile çok göz alıcı ve başarılı idi. Özen Yula’nun senaryosunu yazdığı, Stevan Bodroža’nın yönettiği, sahne tasarımını Tanya Žiropadža’nın üstlendiği ve Üsküp Türk Tiyatrosu’nun Selpin Kerim, Cenab Samet, İnes Radonçiç, Erman Şaban, Neat Ali, Slagana Vuyosevik, Emine Halil, Hakan Daci gibi çok başarılı oyuncularının rol aldığı Şems… Unutma, Şems’in Konya’dan ayrılması ve “sır” olmasının Mevlânâ’nın yakın çevresi üzerindeki yakıcı ve dramatik etkileri üzerine inşa edilmiş bir oyun… [Şems.. Unutma, Türkiye’de Yetkin Dikinciler, Sinan Tuzcu, Sema Keçik ve Beste Bereket gibi çok başarılı oyuncular marifetiyle Türkiye’de de sahnelenmiştir] Doğu-İslâm edebiyatlarında, tasavvufî literatürde, özelde de Mevlevî gelenekte hakkında hatırı sayılır eserler yazılan [bizzat Şems’in sözlerinden derlenen Makālât-ı Şems-i Tebrizî ve Ahmet Eflâkî’nin Âriflerin Menkıbeleri isimli eserler bunların en önemlileridir] Şems’in, güçlü bir rivayete göre 8 Aralık 1247’de şehri terki, uzun zaman kendisinden haber alınamaması, vefatının nerede ve nasıl gerçekleştiği, kabrinin nerede olduğu kat kat sır perdeleri altındadır. Âşikâr olansa Şemseddin’in gidişinden çok ciddî oranda etkilenen, sarsılan Mevlânâ’nın en yanık şiirlerini bu “yakıcı firak”tan sonra kaleme aldığıdır. Şems… Unutma başlıklı bu çok başarılı piyeste vurgulanan da bu ayrılığın Celâleddin-i Rûmî, özellikle ailesi ve sevdikleri üzerindeki etkileridir. Şems ve Mevlânâ’nın daha derinde işlendiği, izleyenin idrakine ve derin duyuşuna tevdi edildiği oyunda esas vurgulanan Mevlânâ’nın ailesinden 6 kişinin ıstıraplarıdır. Zira Şems’in gidişinden sonra Mevlânâ, asla eski Mevlânâ olmayacaktır.
Unutulmamalı ve hatırdan uzak tutulmamalıdır ki tiyatro Avrupaî bir sanattır. İlk ve çok başarılı örnekleri Antik Yunan ve Roma’da verilen tiyatro, Türk Edebiyatına modernleşme döneminde girmiş bir edebî türdür. Bu yüzden ortaoyunu, karagöz, meddah gibi geleneksel temâşâ sanatlarının, Doğu’nın ürettiği türlerin dilini ve üslûbunu kullanmaz, doğası gereği kullanamaz. Bu itibarla, imajların ve metaforların diliyle konuşan; dekoru, müzikleri, oyuncuların kostümleri, en mühimi senaryosuyla modern sanatın imkân ve enstrümanlarını kullanan tiyatroda tasavvufu, Mevlânâ’yı, Mevlânâ’nın aşkını ve edebiyatını, Şemseddin-i Tebrizî ile olan gizemli dostluğunu anlatmak, aktarmak kolay bir tecrübe değildir. Modern ve soyut bir dil, üslûpla, daha da önemlisi “act”la bu kadim ve “bâtınî” konu ve şahsiyetleri günümüz seyircisiyle buluşturmak ciddî bir iddiadır ve Üsküp Türk Tiyatrosu’nun emekçileri bu zor işi başarmışlardır.
Oyun içerisinde, ilk bakışta izleyiciyi yadırgatan, abartılı görülebilecek olan, hatta yüzeysel bir bakışla “çılgınca” gelebilecek olan hareketlerle jestlerin hatta tutarsız ve anlamsız gibi görünen sözlerin her birisinin ardında, esasen Şems’in sohbetinden, havasından, dostluğundan mahrum kalan Mevlânâ gibi bir deryadan uzak düşen bu 6 kişinin hâli, hayâl kırıklığı, gönül ve zihin perişanlığı vardır. Şems ortadan kaybolduktan sonra sema ve şiire daha da ağırlık veren, yukarıda belirttiğimiz gibi en yakıcı şiirlerini bu ayrılık demlerinde söyleyen, etrafıyla münasebeti git gide azalan Mevlânâ’dan mahrum kalmak ailesi başta olmak üzere bütün muhiti, talebeleri, mürit ve muhipleri için sonsuz bir keder kaynağı olmuştur. Mevlânâ’nın bu inzivasının ne olacağı, ne kadar süreceği tartışmaları bir yana, söz konusu bu 6 kişi, bu süreçte kendilerini sorgulamış, kendileriyle hesaplaşmış ve yüzleşmişlerdir. Üsküp Türk Tiyatrosu, bu çok değerli temsiliyle, söz konusu süreci ve sürecin insanlar üzerindeki etkilerini çok başarılı bir şekilde anlatmayı ve aktarmayı başarmıştır.
Oyunda emeği bulunanları ayrı ayrı tebrik ediyor ve Türk Tiyatrosu’nun yeni eserlerini dört gözle beklediğimizi belirtmekten zevk duyuyoruz.
Prof. Dr. Mehmet Samsakçı
(Uluslararası Balkan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğr. Üy.)