Size bir şey itiraf edeyim. Alev Alatlı’nın, “her yasal hakkın helal olmadığını” hatırlattığı meşhur ödül konuşmasını dinledikten sonra, yıllardır arada bir aklıma gelen sorular beni bir türlü bırakmaz oldu. İşte evrensel değerleri düşünüp yaşayan ve konuşan birinden çıkan gevher. Bu yasal ve helal hak hakkında kendimizi uyarırken (vakti varken uyanırken) kul hakkı hakkında da düşünüyorum.
Kamu sektöründe yasal olarak aldığımız maaşları hak edip etmediğimiz hakkında sorgulanacağız. Bahanelerin geçerli olmadığı gün. Mesela derslere hazırlıklı mı geldik, öğrencilere kendi emeğimiz verileri mi sunduk, yoksa biz de kaynak belirtmeden kopya çekip, öğrenciyi de kopya çektiğinde cezalandırırdık mı? Ofisten özel telefon görüşmeleri (mesai saatinde), çay kahve ikramları, gelen misafirler… Biri gelince, evet işimi ya evde yaparım ya da mesai bittikten sonra ofiste kalır işimi bitiririm dersiniz. Dalgınlık içinde, bilgisayar önünde bön gibi oturup bir kelime bile yazamadığımız anlar. Maaşlar sabit, yasal, garantili. İşte bazen düşük olduklarına şikâyet ediyoruz. Yüksek mi düşük mü tartışmaya girmeden, yasal olarak kazandıklarımızın helal olup olmadığını sorguluyorum. Sorumluluğumu başka birine devretmem. Bahanelerin geçersiz olduğu gün yemezler. Bir de bu dünyada iken, evlatların acısını görmeyelim diye onlara verdiğimiz lokma helal olsun (yasal mı demiyoruz) ki yarın yoldan sapmasınlar, görülmedik bir felaket, hastalık, kaza başlarına gelmesin. Allah evlatlarımızı hayatlarından bezdirecek kimseyle karşılaştırmasın. Dedim ya, bendeki zühd takva falan değil, resmen fırsatçılık.
Kul hakkı da var. Falanın kitabı biraz pahalı geldi, korsan alayım deriz. Film, müzik, emek verenlerin maddi hakkını ödemeden izliyoruz, dinliyoruz. Beğendiğimiz bir CD varsa kopyalıyoruz, kendimiz kullanıyoruz. Yıllardır kendi kendime bir kural verdim: Sevdiğim bir sanatçının yeni bir kaydı çıktıysa ve arabada dinlemek istiyorsam, gider satın alırım. Kendi kendime araba için mp3 kopyasını yapar kullanırım. Hayır, zannetmeyin ki takvam, zühdüm o kadar derin. Günahlarımın boyutlarını biliyorum, bahanelerin geçersiz olduğu gün bunlar da peşime takılıp benden haklarını istemesinler diye. Bilgisayar başına oturduğumuzda kullandığımız donanım korsan mı, yoksa emeği geçenlere borçlarımızı ödedik mi? İşte bu bilgisayar başında oturup yazdıklarımız için aldığımız telif ücretlerinde falan programcının hakkı var mı? Allah aşkına sana ne onlardan, Orta Doğu’da, İslam dünyasında millet açlıktan, sefaletten, evsiz barksız ölürken, sen hesaplarında milyarları olan Amerika’da bir gâvur parçasının hakkını savunuyorsun dersiniz. Peki ya biz Müslümanlar dikkatsizce elin hakkına girdik diye, bunun intikamı şu veya bu şekilde bizim kardeşlerimizden, evlatlarımızdan bu şekilde alınıyorsa?
Esnaf dedelerimiz kul hakkına çok dikkat ederlerdi. Bizim Bosna’da savaşlar çok kısa aralıklarla olur. Barış dönemlerde ticaret gayrimüslimlerle de yapılırdı. Borçlar defterlere yazılırdı. Araya savaş girdi ise, alacaklı o şehirden veya o ülkeden ayrılmış olsa da, ölmüş olsa da verecekli peşini bırakmazmış. Varislerini arar, adresini arar borcunu bu veya şu şekilde öder. Savaşlarda her türlü izi kaybolmuş insanlar, aileler var. Kültürümüzde bununla ilgili bir kural vardı: Barış gelince, borç ödeme imkanları sağlanınca, alacaklı veya varislerinden kimse bulunamazsa dini ne olursa olsun onun mabedine borç tutarında bağış verilirdi. Elin hakkı en beklenmedik anda felaket çıkarır derlerdi. Bununla alakalı Saraybosna’nın bir geleneği var: Birinin ihtiyacı varsa, duasının kabul olunması istediğinde ilk yaptığı Saraybosna sadaka çemberidir. Halk içinde bilinen budur: Yediler Türbesinden başlanıp dua okuyarak yedi türbeye aynı tutar bağış verildikten sonra St. Antonio Manastırı’na gidip aynı tutar bağış verilerek Eski Ortodoks Kilisesine gidilip aynı tutar verilirdi. İmkâna göre, ama her yere verilen tutar aynı olacak. Bu yürüyüş mesafesinde olan mabetler arasında giderken kimseyle konuşulmaz, selamlaşılmaz, dua edilir. Nihayet Yediler Türbesine geri dönülür ve dua okunur. Yıllardır bildiğim bu geleneğin anlamını pek düşünmedik. Karma Bosna’nın bir geleneği olarak algılıyorduk. Fakat duasının kabul olunması isteyen kul haklarından temiz olmalı. Her kul hakkı, her kulun bedduası, ahı, muhtaç ile O’nun arasında bir perde oluşturuyor. İşte bilinçaltı, şuursuzca yapılan elin haklarının çiğnemesi bu sadakalarla temizlenirmiş. Yani, ufak tefek hatalar, selam vermemeleri, kamu taşıtlarında yer vermemeleri, kalabalıkta elin ayağına basmaları, tebessümsüz hitaplar… Meçhul kişilerin hakkına girişlerimiz. Bildiklerimizi yüz yüze, adam gibi temizleriz vesselam. İster maddi ister manevi borcumuz olsun ödenmeli, yoksa sonumuz, Allah muhafaza.
İnsan sarraflığından hoşlanır mısınız? Hani değerlendirmelerden: bu iyi, şu kötü, şu güzel, bu çirkin, yakışıklı ama mayası bozuk, bu Allah’ın kulu çirkin fakat çok akıllı, şu acayip güzel ama zekâsı balık seviyesinde, bu eğitimli, bilgili, birikimli, yüzüne de bakılmaz değil fakat cimri… İşin içine din iman değerlendirmeleri girince, çok daha eğlenceli oluyor. Elimizde tartı, belimizde tas din-iman sarraflığı yapmayı seviyoruz. Sizi bilmem, fakat kendi kendimle konuşurken kendimi yakalıyorum. Milleti tartıp hüküm veriyorum keyiflenerek. Ancak bu ispatlarımı telaffuz etmemeye dikkat ediyorum. Yani bu sarraflık işi kafamda cereyan ediyor. Sınır dudaklarımdır. Veya kâğıt. Oraya sıçramayınca toleranslıyım.
Çocukluğumda bir şehir menkıbesi duydum: Eskiden Saraybosna’da Ortodoks bir kız yaşarmış, bir kürkçünün kızı, adı Koştra (Şimdi bu ismi verenleri duymadım, halk arasında anlatıldığı gibi naklediyorum). İşte o kıza Müslüman bir çocuk, hizmetçi miymiş, babasının işçisi miymiş, âşık olmuş. Koştra da kayıtsız kalmıyor, fakat bir taraftan din, öbür taraftan sınıf farkı var. İmkânsız aşk. Aynı zamanda mahallede zahid bir amca varmış, elinden tespih bırakmayan, halk içinde ibadetiyle, takvasıyla meşhur yaşı ilerlemiş biri. Neyse bizim Koştra hastalanmış, çok geçmemiş ölmüş. Ondan önce ne oldu, sadece düşünebiliyorum: Belki babasına falancaya varmak isterim demiş, babası da hem Müslüman hem de fakir fukara diye izin vermemiş, kızcağız ısrar etmeye devam etmişse, ya dayak yiyecek ya babası tarafından öldürülecek, yahut intihar edecek. Yok, bu senaryolar pek romantik değil, diyelim ümitsiz aşktan hastalanıp ölmüş, daha romantik. Hristiyan adetlerine göre ayinler yapılmış, gömülmüş.
Tam o günlerde, bahsettiğimi yaşlı zahid sabah namazına uyanmış, oflamış puflamış, soğuk suyla abdest almak zoruna gelmiş, içinden “ne mutlu bu namaz kılmaz abdest almaz gayrimüslimlere” çekmiş, yataktan doğru dürüst doğrulamadan Azrail Efendi gelip vaziyetini yapmış. Neyse, onun da cenazesi kılınmış, kaç tane imam mezarında okumuş, halk içinde saygıdeğer bir zahid, millet dua okumuş, dağılmışlar. O gece bizim genç, hani hamal mı işçi mi hizmetçi mi bilemiyoruz, rüyasında Koştra’yı görüyor, sevgilisi mezarıma gel, kabrimi aç diye emrediyor. Hadi o gece sevgilisinin acısı tesiriyle görmüş olabilir, ayı rüya ertesi gün, bir sonraki gün, her gün gözüne giriyormuş. Adam artık yaşayamıyor, işçiliğini hamallığını da yapamıyor, aklını kaçırmak üzere. Neyse bir iki arkadaşını yanına alıp Koştra’nın kabrine gidiyor, kabrini açıyor ki görecekleri var: Mezarın içinde o haçın altında yatan Koştra değil, bizim zahid amca. Tabii ki tanımışlar, hani millet onu az kalsın veli ilan edecekti. Mademki kendisi burada, Koştra nerde? Müslüman mezarlığına gidilir, o amcanın kabri açılır; işte orda kefene sarılı, tebessümle yatan Koştra. Meğerse sevgilisinin dürüstlüğü, inancı hoşuna gitmiş, kendisi de gizlice Hakk’a ve Resul’üne inanmış. O yer de Koştra’nın Türbesi olmuş. Ziyaretgâh yani.
İşte sırf bu yüzden, bir kimsenin hakkında hükmümü versem bile, ağızımdan kaçırmamaya, kağıt veya dosya üstüne dökmemeye çalışıyorum. Çünkü yarın öbür gün beni kimin mezarında bulurlar, kimi de benim kabrimde bulurlar bilemiyorum. Bir de bir kere bir yere konduğumda, yaşatılacağım ana kadar istirahat edeyim isterim. Nasip olursa.
Şimdi, “bu yazının konusu nedir” diye soran olursa, mensur Boşnak halk edebiyatı, menkıbe dersiniz.