Rumeli bizim neyimiz olur?

Türkiyeli tanınmış şair ve yazar Serdar Tuncer’in Yeni Şafak Gazetesi’nde yayınlanan “Rumeli bizim neyimiz olur?” başlıklı yazıyı ilginize sunuyoruz.

Bir haftaya yakın zamandır Rumeli’deyiz, evlad-ı Fâtihân diyarında. Tiran, Berat, Ohri, Manastır derken Üsküp’e vâsıl olduk nihayet. Üsküp ki -hâlâ- Şar dağında devamı Bursa’nın. Yahya Kemal beye rahmet olsun. Buralar her şeye, aradan geçen onca badireye rağmen hâlâ bizden, hâlâ biz. Berat ve Ohri’de Osmanlı zamanından kalma mahalleleri, bizim mimarimizin bütün izlerini üzerinde taşıyan evleri, sokakları, şehirlerin silüetini görünce gayrı ihtiyari ‘bizde bile bu kadar biz kalmadı yâhû’ deyiverdik. Berat’ta bir fotoğraf çekip görene burası Amasya deseniz Amasya’yı görmeyen inanır size, gören de hayretle ‘bilgisayar marifeti mi var bunda, yeni yapılan binaları nasıl silmişler?’ diye mukabele eder. Hani o kadar. Gel de şimdi Osman Nalbant ağabeyi hayırla anma. Derdi ki hep: Balkanlar Anadolu’dan daha Osmanlı’dır.

Yolumuz buradan Kalkandelen’e, oradan da Priştine ve Prizren’e uzanacak nasipse. Nurullah Genç hocam muhteşem fotoğraflar çekiyor, Ömer Tuğrul İnançer Bey hocam muazzam vukûfiyetiyle bu diyarların kültüründen, mimarisinden, insanından bahsediyor, aramıza yeni katılan Ahmet Anapalı bitmeyen enerjisiyle tarihin ara sokaklarında dolaştırıyor bizi. Yol arkadaşlarımız harika. Önce yoldaş sonra yol fehvasının Rumelili tablosu gibiyiz.

Bizler Anadolu toprağında babalarımızdan miras ve korunaklı bir Müslümanlığı yaşadık. Bu iki hususiyetin bütün rahatlık ve -maalesef- lâkaytlığı bizim her halimizde göze çarpar. Hazır bulunanın, korunma ihtiyacı hissedilmeyenin, elden her an kaçma ihtimali bulunmayan nimetin kadri de az biliniyor. Bu diyarların insanı işte bu yönüyle bizden ayrılıyor ve Osman abinin ifadesinin zarif bir şerhi gibi karşımıza çıkıyor. Serhat boyunda Müslüman olmak zor iş. Komşunuz Türk değil, ticaret yaptığınız Müslüman değil, yaşadığınız diyarın bir sonraki savaşta kimin elinde kalacağı belli değil. Hem kendinizin kaybolma ihtimali var, hem de hakkıyla yaşayamadığınız Müslümanlık sebebiyle bir başkasının ihtidâsına mâni olma ihtimali. Bir büyüğümden işitmiştim: Kefereyle yan yana yaşayan insanlar, kaç kişinin iman etmesine vesile oldum diye çetele tutacağına benim yüzümden kaç kişi iman etmedi diye muhasebe yapmalı!

Rumeli Müslümanlığı kefereyle bir arada yaşama zaruretinin omuzlarına yüklediği mesuliyet duygusu sebebiyle daha bir kavî hale gelmiş, çifte su verilmiş çelik misali. Safiye Hanım’ın Ciğerdelen romanından bir tabloyu hatırlamakta fayda var sözün burasında. Gaza meydanında gavur komşusuyla karşı karşıya gelen bir Müslüman, ‘Çekil more komşi, seni bir başkası tepelesin, belki üzerimde hakkın vardır’ demiş. Çetin meseledir bu, büyük dilemmâdır!

Mazide yaşanıp bitti, romanlarda var da gerçekte yok sanılan pek çok mevzu gibi kendisi gibi olmayanla bir arada yaşama zaruretinin evlad-ı fatihanın omuzlarına yüklediği o yük hala var, hem de romanlardan çok daha gerçek haliyle var! Savaşlar, göçler, devletlerin baskısı, azınlık olmanın zorlukları, ihmal edilişleri; karındaşlarımızın Müslümanlığını, mukaddeslerini, değerlerini kaybetmelerinin kapısını ardına kadar aralamış. Ama onlar direnmişler, irade koymuşlar, tavır geliştirmişler, şahsiyet inşâ etmişler ve hamdolsun dimdik ayaktalar. İhsan Fazlıoğlu hocanın bir cümlesini hatırlayalım mı şimdi de: Temessül etmediğin (özümsemediğin) bir değerin temsiline (örnekliğine) soyunma; çünkü bu hal seni hem riyâkâr kılar hem de maskara yapar. Sözle savunduğun ama halle temsil etmediğin değeri de insanlar nezdinde itibarsızlaştırır.

Evlad-ı Fatihan bu cümleleri bilmez belki ama bu cümlelerin ifade etme derdine düştüğü manayı hayatında tablolaştırır. Buna her geçen gün daha da artan bir şiddetle mecburdur zira. Başka türlü var olamaz buralarda, var kalamaz.

Şehir meydanlarına inadına dikilen sözümona kahraman heykelleri, yüksek tepelere asılan devasa haçlar, cemaatsiz olacağı biline biline yapılan sembol kilise ve sinagoglar, güya komşuların pervasız tacizleri yetmezmiş gibi bir de palazlansın diye birilerinin çırpındığı Vehhabi kafanın ihata etme çabası ortasında, yetim ama vakur bir Müslümanlık, mahzun ama asil bir Türklüktür şimdilerde Fatih’in Rumelili evlatlarının bahtına düşen.

Biz ne yapabiliriz peki?

İki hafta evvel Orta Asya için yaptığım çağrıyı tekrarlamanın vaktidir şimdi. Çıkıp gelin! Zira buralar sizin, buralarda sokaklarda kardeşleriniz, toprağın üstünde maziniz ve kültürünüz, altında dedelerinizin saçları var! Çocuklarınıza vatan duygusunun ne olduğunu, sınırlarımızın nerede başlayıp nerede bitmeyeceğini hissettireceğiniz yegane mekan burasıdır.

Gelmeye imkanınız yok mu? Türkiye daha büyük, daha güçlü, daha iddialı bir devlet olsun diye karınca kararınca, azına çoğuna bakmadan bir şeyler yapın. Gözler, gönüller Türkiye’ye çevrili burada. Onu da mı yapamıyorsunuz, kolayı var. Ömer Tuğrul Bey hocam sohbetin bir yerinde dedi ki: TİKA diyemiyorum ben, yaptıklarını ve dert ettiklerini bildiğim için ‘TİKAMIZ’ diyorum.

Buralarda vaktiyle inşa edilen ecdat yadigarı eserlerin, o eserlerin şahsında temayüz eden manası ile birlikte ihyası için çırpınan gözbebeğimizden bahis açıldığında dilinizin ucuyla TİKA değil de ciğeriniz yana yana TİKAMIZ deyin, bakın bu da mühim bir şeydir!

yenişafak

Read Previous

“Kosova’nın dışişleri kuzenler, teyzeler, halalar ve dayılarla dolu”

Read Next

Dünya genelinde yılın ilk ayında 12 gazeteci öldürüldü