Priştine Üniversitesi Filoloji Fakültesi Eğitim Görevlisi ve aynı zamanda edebiyatçı ve gazeteci Prof. Dr. Milazim Krasniqi, “Osmanlı İmparatorluğu Müslümanlarına Karşı Yapılan ve 100 Yıl Saklanan Soykırım” başlıklı yazısında Osmanlı İmparatorluğu’nda 1821–1922 yılları arasında Müslüman nüfusa yönelik gerçekleştirildiğini belirttiği kitlesel katliam ve sürgünleri ele alan yazısında, bu tarihsel sürecin uluslararası güçler tarafından uzun süre gizlendiğini vurguluyor. Justin McCarthy’nin “Ölüm ve Sürgün: Osmanlı Müslümanlarının Etnik Temizliği” adlı eserine dayanan değerlendirmede, Balkanlar, Anadolu ve Kafkasya’daki Müslümanların savaşlar ve siyasi hesaplaşmalar nedeniyle milyonlarca kayıp verdiği, bu durumun bölgenin demografik yapısını köklü biçimde değiştirdiği ifade ediliyor. Krasniqi, özellikle Arnavutların Balkan savaşlarında yaşadığı trajedilerin Avrupa devletlerinin siyasi tutumları nedeniyle kayıt altına alınmadığını; tarihsel hafızada derin etkiler bırakan bu süreçlerin Bosna ve Kosova’da 20. yüzyılda yaşanan acılarla devam ettiğini belirtiyor. Yazı, geçmişin bu karanlık dönemlerinin hatırlanmasının hem bugünü anlamak hem de gelecekte benzer trajedilerin önüne geçebilmek için önemli olduğunu vurguluyor.
Kosovalı yazar Milazim Krasniqi’nin “Osmanlı İmparatorluğu Müslümanlarına Karşı Yapılan ve 100 Yıl Saklanan Soykırım” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz:

“Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Müslümanlara karşı yapılan soykırım, (1821-1922) planlı bir halde gizlenmiştir. Bu soykırımı gerçekleştiren sadece (Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ) değil, aynı zamanda bunu Avrupa da saklamıştır. Amaç, Avrupa’yı Müslümanlardan temizlemektir. Şunu da burada belirtmek gerekir ki XV-XVI yüzyıllarda İspanya ve Portekiz’de aynı soykırımlar Müslümanlara karşı yapılmıştır. Rusya tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu kesiminde Müslümanlara karşı işlediği soykırım, yurtlarından sürülmeleri devamında (Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ) elinde kaldı. O sırada Büyük Güçler kendi çıkarları üzere diplomatik, jeopolitik, hesaplamaları ve rekabeti sakladılar. Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslümanlarına yabancılar tarafından yapılan soykırım, jeopolitik yeni haritalar bile çizilmiştir. Bu olaylar yapanlar tarafından çok ciddi olarak saklanmıştır. Hiçbir haber kamuya sızdırılmamıştır. Hatta bilim bile onunla ilgilenmedi ama, ünlü araştırmacı Justin MC Carthy, “Ölüm ve Sürgün – Osmanlı Müslümanlarının Etnik Temizliği, 1821-1922” adlı çalışmanın yazarı olarak, gerçek demografik araştırmalar yoluyla bu soykırımın boyutlarını ortaya koyan ilk çalışma olduğunu iddia ediyor ve bilimin bile bunları ele almadığını belirtiyor.
– Beş buçuk milyon Müslüman öldürüldü, diğer beş milyon sürgün edildi
Yukarıdaki adı geçen eserde bilimsel hassasiyetle yapılan hesaplamalara göre, yazar 1821-1922 döneminde, Rusya, Ermenistan ve Balkan devletlerinin ilhak ve işgalleri sonucu Osmanlı İmparatorluğu’nda beş buçuk milyon Müslümanın öldüğünü ve beş milyon diğerinin kendi yurtlarından sürüldüğünü sonucuna varmıştır.
“1821 ve 1922 yılların arasında beş milyondan fazla Müslüman topraklarından sürüldüler. Beş buçuk milyon Müslüman da açlıktan, hastalıktan mülteci olarak eziyetlerden yok olmuştur (S.21)
McCarthy’ye göre, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Müslümanlar için felakete yol açan sebeplerden biri, onların dini ve etnik hoşgörüsüydü; bu hoşgörü, yabancılar ve imparatorluk içinde yaşayan Hristiyanlar tarafından kötüye kullanıldı. Osmanlı İmparatorluğu dini özgürlüklere saygı gösterdiği için, Müslümanların demografik olarak sıkıştırılması ya da Hristiyanların ayrıştırılması gibi bir plan yapmamış, aksine birlikte, hoşgörü ve uyum içinde yaşamayı teşvik etmişti; bu durum Müslümanlar için ölümcül bir sonuç doğurdu. McCarthy bildiriyor: “Osmanlılara, uzun ve benzersiz dini hoşgörü geleneği için çok az bir değer atfedilmiştir. Daha ironik olan, bunun çok pahalı bir bedel ödemelerine yol açmış olmasıdır. Yabancılar, Hristiyan millete ve Hristiyan cemaatlerine koruma bahanesini Osmanlıların iç işlerine müdahale etmek için kullanıyor. Hristiyan cemaat üyeleri, bu dini ayrım duygusunu anti-Osmanlı bir milliyetçilik yaratmak için kaynak olarak kullanmışlardır” (s. 28).”
Rusya ve diğer Avrupa güçleri, Fransız kapitülasyonlarından, Avusturya-Macaristan ve Rus kültürel himayelerinden Kazak, Ermeni, Bulgar, Yunan ve Sırp terör örgütlerinin kurulmasına ve finanse edilmesine kadar, dış teşviklerle Osmanlı İmparatorluğu içindeki Hristiyanlar arasında bir nefret ideolojisi aşıladılar; ta ki bu nefret, her Müslümanın fiziksel olarak yok edilmesini hedefleyen bir soykırım ideolojisine dönüşene kadar. Ancak bu tür imhalar, ancak Rusya ve Büyük Güçler tarafından desteklenen saldırgan savaşlarla gerçekleştirilebilirdi; kesinlikle Hristiyanların kültürel üstünlüğü veya uygulanan Osmanlı programından daha ileri bir sosyal programla değil. Bu nedenle, Müslümanlara karşı soykırım gerçekleştirmenin tek yolu olarak savaş seçildi. “Milliyetçiliğin ve emperyalizmin Balkanlar, Anadolu ve Kafkasya Müslümanlarını yenilgiye uğrattığı araç savaştı” (s. 39).
Yazar, 1821 Yunan devriminden, 1828-1829 yıllarındaki Rus-Türk Savaşı’na, 1853-1856 Kırım Savaşı’na, 1877/78 Rus-Türk Savaşı’na, iki Balkan Savaşı’na ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar süren Osmanlı karşıtı savaşların takvimini hatırlatarak şu sonuca varır:
“On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl savaşlarının her birinde Müslümanlar katledildi ve zorla evlerinden sürüldü. Milyonlarca Müslüman öldü ve milyonlarcası da yerinden edildi. Her savaş birbirinden oldukça farklıydı, ancak her birinin Müslümanlar üzerindeki etkisi tutarlıydı: çok sayıda Müslüman öldürüldü veya evlerinden sürüldü. (S.39)”
– Osmanlı Müslümanlarına karşı yapılan soykırımdan en çok Rusya ve Slavlar yararlandı
McCarthy, bu kitabın Arnavutça baskısının önsözünde, bu konudaki çalışmaya neredeyse tesadüfen başladığını söylüyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nun demografisi üzerine çalışmalara başladığımda, büyük bir şaşkınlıkla fark ettim ki, hiç kimse Osmanlı döneminde kaç Müslüman olduğunu gerçekten bilmiyordu. Anadolu’daki Müslüman nüfusun doğru sayısını hesaplamaya çalışırken, Avrupa ve Amerikan tarih kitaplarında hiç yer almayan başka bir gerçeği keşfettim: 1912’den 1922’ye kadar olan dönemde neredeyse üç milyon Anadolu Müslümanı savaşlarda ölmüştü. (…) Anadolu’dakiler gibi, Güneydoğu Avrupa’daki Müslümanlar da katliamlara uğramıştı.”
Bu araştırma “Ölüm ve Kovulma” adlı kitapla sonuçlandı. Yani, uzun bir süre suçun tamamı gizlendi, o kadar ki bilim bile gerçek boyutlarını keşfedemedi. Fakat McCarthy’nin bu çalışması hiç de tesadüfi değildir, çünkü isteseydi, kendisinden önce gelen birçok kişinin yaptığı gibi, o da önüne gelen bütün olguları görmezden gelebilirdi. Fakat bunu yapmadı. Çalışması, geniş bir coğrafi alanda ve oldukça uzun bir tarih döneminde yaşanan trajik olaylarla ilgili istatistiklere ve çok sayıda kaynağa dayanan doğru, sistematik bir çalışmadır. Bütün bu coğrafyayı ve yüz yıl boyunca meydana gelen bütün önemli olayları gördüğü için yazarın vardığı sonuç şudur: “Savaşlar bittikten sonra, Batı Avrupa kadar geniş bir alandaki Müslüman toplulukları azaldı veya yok oldu” (s.383).
Yani, yazara göre Müslüman topluluklar yalnızca yurtlarını kaybetmekle kalmamış, demografik olarak da azalmış, hatta tamamen yok olmuşlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkım sürecinde, düşmanları, öncelikle Rusya’nın baskısı altında incelerken, yazar, 1821-1922 döneminde Osmanlı kayıplarından en büyük faydayı sağlayanın Rusya olduğunu tespit eder: ‘Sırbistan’dan Kafkasya’ya kadar bölgelerdeki etnik ve dini homojenlik, Müslümanların sürgün edilmesinin sonucuydu. Rusya’nın (daha sonra Sovyetler Birliği’nin) büyüklüğü ve gücü, aynı zamanda Güney Rusya, Kırım ve Kafkasya’daki Müslümanlar üzerinden gerçekleştirilen Rus genişlemesiyle doğrudan bağlantılıydı’ (s. 383).
“Rusya’nın işgal ettiği topraklarda Müslümanları yok etmek için izlediği modelle ilgili olarak yazar şu görüşü dile getiriyor: “…Rus genişlemesinin büyük bir kısmı Müslüman halkların üzerinden gerçekleştirildi. Zorla göçe tabi tutulan ilk Müslüman grup, Kırım Tatarlarıydı. Bu deneyim yalnızca yaşadıkları acılar nedeniyle anlamlı değildi; aynı zamanda Tatar deneyimi, sonraki Rus genişlemesi için bir model oluşturdu’ (s. 35).”
Tarihin absürtlüğünü ve Avrupa-Batı devletlerinin miyopluğunu daha da vurgulmak için, 2014’te Rusya tarafından yeniden işgal edilen Kırım’dan, orada kalan son Tatarlar da sürülüyor; böylece etnik olarak ‘temiz’ bir Kırım oluşturulmuş oluyor.
– Avrupa Komplosu ve Balkanların Arnavutlara Karşı Soykırımı
Yazar, Osmanlı İmparatorluğu sakinlerini yüz yıl boyunca rahatsız eden bu büyük trajedinin tablosunda, Arnavutları ve Balkan komşuları tarafından, başta Rusya, Fransa ve İngiltere olmak üzere bazı Büyük Güçlerin izniyle soykırıma dönüşen büyük trajedilerini de resmetmiştir. Yazar, kitabının önemli bir bölümünü, Arnavutları da kapsayan Balkan Müslümanlarına yönelik soykırıma ayırmış, koşulları, çok sayıda belgeyi ve istatistiği analiz etmiştir. Birinci Balkan Savaşı’nda Arnavutlara yönelik soykırımla ilgili olarak yazar, belirgin bir özelliğe de dikkat çekmektedir: Onlara yönelik suç, suçun failleri olan Yunanistan ve Sırbistan tarafından maskelenmiş, ancak Büyük Britanya da dahil olmak üzere büyük Avrupa devletlerinin politikacıları tarafından kasıtlı olarak gizlenmiştir. McCarthy’ye göre Avrupalı politikacılar, Arnavutlara karşı işlenen suçlarla ilgili konsoloslarının raporlarını bile gizlemişlerdir! Bu fiili keşif, Arnavut ulusunu yok etmek için Avrupa çapında bir komplonun varlığına ışık tutmaktadır! McCarthy şöyle aktarıyor: “Kimse Arnavut ölümlerinin kaydını tutmadı. (…) Ancak Arnavutlar söz konusu olduğunda bu imkânsızdı. Sırp ve Yunan krallıkları Arnavutları düzgün bir şekilde kaydetmedi ve savaştan zarar görmüş Arnavutluk’ta hayatta kalanların nüfus sayımını yapmak imkânsızdı. Tüm bunlara rağmen, veriler eksik değildi. İngiliz ve diğer konsoloslar, Arnavutlara yapılanları genellikle doğru bir şekilde rapor ettiler, ancak politikacılar ülkelerinin kamuoyunun konsolosların raporlarını görmesine izin vermediler. Örneğin, diplomatlar, Karadağ’ın 1878’de kuzey Arnavut topraklarını ele geçirmesinden hemen sonra, işgal altındaki topraklardaki tüm Arnavutların ya öldürüldüğünü ya da zorla sürüldüğünü kaydetti. Balkan Savaşları kayıtları, Orta ve Batı Balkanlar’da Müslümanların %27’sinin öldüğünü ve %35’inin kaçtığını gösteriyor. Arnavutlar arasında en azından aynı derecede yüksek bir ölüm oranı vardı.” (s. 16)
Görüldüğü gibi, Balkan Savaşları’nda Arnavutların ölüm oranı çok yüksekti ve bu durum, göçle birlikte bu bölgelerdeki Arnavut nüfusunun yarı yarıya azalmasına yol açtı. Nitekim yazarın yayınlayıp analiz ettiği 1911 istatistiklerine göre Kosova’nın demografik yapısı şu şekildeydi: 950.000 Müslüman, 93.000 Rum ve 531.000 Bulgar. (Yani Sırplar o kadar önemsiz ve tanımsızdılar ki, Bulgar sayılıyordu!) Balkan Savaşları’ndaki soykırımdan tam yüz yıl sonra, 2011 nüfus sayımında Kosova’nın nüfus sayısına baktığımızda, bu soykırımın boyutu daha da netleşiyor, çünkü bir asır sonra Kosova’nın nüfusu ancak 1.739.825’ti, yani 1911’dekinden yaklaşık 200.000 fazlaydı. Yazar Justin McCarthy’ye göre bu korkunç etnik temizlik, özellikle Birinci Balkan Savaşı sırasında Balkan devletleri tarafından planlanmıştı ve bu da soykırım amacının varlığını kanıtlıyor: “Balkan Savaşları’nda, galiplerin her biri, fethettikleri topraklardaki Müslüman varlığının sona ermesini de istiyordu.” (s.171)
Yazara göre, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ’ın bu tür soykırım politikalarının hedefleri yalnızca bir nedenden dolayı tam olarak gerçekleştirilememiştir: İkinci Balkan Savaşı’nda Hristiyan Balkan devletleri birbirlerine düşman olmuşlardır (Yunanistan ve Sırbistan Bulgaristan’a karşı). Bu da Osmanlı İmparatorluğu’nun Bulgaristan’a kaptırdığı toprakların bir kısmını geri almasını ve Arnavutlar da dahil olmak üzere Balkan Müslümanlarının bir kısmının soykırımdan sağ çıkmasını sağlamıştır. Ancak, Balkan Müslümanları artık yarımadada önemsiz bir azınlık haline gelmişti: “Balkan Savaşları’ndaki Müslüman kayıpları göz önüne alındığında, öncelikle Müslümanların savaşlar başlamadan önce Osmanlı Balkanları’ndaki çoğunluk topluluğu olduğu anlaşılmalıdır. Nüfus etnik ve dinsel olarak karışık olsa da, Müslümanlar en büyük dini topluluktu. Balkanlar’ın diğer sakinleri gibi onlar da bölgeye dağılmışlardı.” (167.)
Dolayısıyla Balkanlar’da Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki mevcut demografik oran, ki bu oran Hıristiyanların lehinedir, Balkan devletlerinin doğum oranlarının veya sosyal politikalarının değil, doğrudan soykırımın sonucudur.
– “Ölüm ve Sürgün” kitabını okuduktan sonra birkaç gözlem
Elbette, soykırım yoluyla azınlığa dönüşüm, Müslüman Arnavutlar için yalnızca demografik değil, aynı zamanda psikolojik ve kültürel sonuçlar da bıraktı. Balkanlar’da kalan bu Arnavutlar, Balkan devletlerinin yanı sıra kıta genelindeki çoğu devletin de sürekli soykırım baskısı altında olduklarını hissediyorlar. Bosna-Hersek’te Müslüman Boşnaklara yönelik 1991-1995 soykırımı ve Kosovalı Arnavutlara yönelik 1998-1999 soykırımı, Sırp soykırım politikalarının Balkanlar’da hâlâ aktif olduğunun kanıtıdır. Bu durum, Müslüman Arnavutların da kimlik travması yaşamasına neden oluyor. Birçoğu aslında Müslüman olarak kimliklerini açığa çıkarmaktan korkuyor ve bunu “Arnavutların dini Arnavutluk’tur” veya benzeri yapıların arkasına saklıyor. Arnavut milliyetçiliği güçlü, saldırgan ve yaygın olsaydı, böyle bir slogan milliyetçi yayılma işlevinde kabul edilebilirdi. Ancak Arnavut milliyetçiliği son derece yozlaşmış, körelmiş ve milliyetçilik ilkelerine uygun bir aktivizm üretme yeteneğinden yoksundur. Bu nedenle, bu tür sloganlar ulusal seferberlik için kullanılmaz, çünkü böyle bir milliyetçi seferberlik zaten yoktur; Arnavutların çoğunluğunun dini kimliğini zayıflatmak için kullanılır. Müslüman olmalarından kaynaklanan bir aşağılık kompleksi yaratılarak, bu Arnavutlar, ulusal olarak Arnavut, dini olarak Müslüman oldukları doğal kimliklerinden mahrum bırakılırlar. Bu kimlik katmanı üzerindeki bu baskı, öz saygılarını ve içgüdüsel onurlarını azaltır, onları toplumsal hayatta daha pasif ve uyuşuk hale getirir. Çoğunluktan bahsettiğimize göre, bu durum tüm ulusal yaşamımızı etkiler. Bugün durum, özellikle sosyal ağlardaki bazı naif ifadeler için bile sistematik bir zulümden yoksun olmayan Kosova’da böyledir. İslamofobinin egemen olduğu Arnavutluk’ta veya diğer Arnavut bölgelerinde de durum pek farklı değildir. Ancak uyuşukluk yalnızca Arnavutların yaşadığı ülkelerin iç İslamofobik politikalarından kaynaklanmıyor. Müslüman Arnavutlar, komşularının kendilerini ortadan kaldırma projelerinin hâlâ yürürlükte olduğunu biliyor ve bu da onları gerçek bir belirsizlik ve korkuyla boğuyor. Tıpkı Avrupa ve ABD genelinde İslamofobinin artması gibi, bu uyuşukluk ve korku hali de daha da zorlaşıyor.
Her halükarda, bu çarpıcı çalışmadan ve kendi yaşam ve tarih deneyimimizden çıkarılması gereken ders şudur: Gelecekte düşmanların soykırımından kurtulmak istiyorsak, doğal kimliğimizle, yani dini çeşitliliğe saygı göstererek, bir ulus olarak güçlenmeliyiz. Öte yandan, tam da bu değerlerle ABD ve Türkiye ile NATO şemsiyesi altında stratejik ittifakımızı derinleştirmeliyiz. Bu şemsiye dışında tamamen korumasızız; bu da potansiyel olarak komşuların ve onların eski müttefiklerinin yeni soykırım politikalarının hedefi olmamız anlamına gelir.
“Ölüm ve Sürgün – Osmanlı Müslümanlarına Yönelik Etnik Temizlik, 1821-1922″ adlı kitap, her harften, her kelimeden özünü alan acılarla dolu olsa da, geçmişi düşünmek, bugünü anlamak ve geleceği düşünmek için sayısız fırsat sunuyor.”







