Bir iki ay kadar önce bir arkadaşım arayarak falan grubun konseri var, eşimle ben gidiyoruz, siz de gelir misiniz diyor. Reddettim. Lise ve üniversite yıllarında çok dinlediğimiz, şarkılarını hala bildiğimiz bir grup. Konser için hedef kitlesi de bizim kuşak. Doksanlarda gençliğinin en güzel günlerini tüm hızıyla yaşayacağı beklenen kuşak. Ne var ki bu kuşağın rock-balatlarının yerini silah sesleri susturdu. Konsere gitmedik.
Evet, kırk yıllık şarkılarını söyleyeceklermiş. Şu an ellilerde olan eski hayranları bir araya gelecek, görüşecekler. Şehirde ve hayatta kalanlar tabii. İnsan tanıdık yüzleri görünce kendini güvende hissediyor. Eskiden bu grubun konserleri şehrin en büyük konser salonlarından birinde oluyordu. Şimdi, oldukça küçük bir yer… Hedef kitlenin sayısı azalmış… Kimi yurtdışına, kimi dünya dışına gitti. Bu gibi konserlerde müzik ritmi eşliğinde hareket edilirmiş. Eskiden buna dans diyorduk, fakat söz konusu müzik grubunun hayranları ya romatizma ya da yüksek tansiyona yenik düşmüş, dans desek dansa hakaret olur. Belki de iki şarkı arasında gidilen terapiler, tansiyon veya kolesterol ilaçları konuşulacak. Takım elbise-kravat, etek-ceket takımları yerine kot pantolonlar, dolaplarımızın derinliklerinde sakladığımız rahat bol gömlek veya tişörtler, üstüne kot veya deri montlar giyilecek. Bir de vazgeçilmez spor ayakkabıları… Zaman içerisinde bağlanmış göbeklere her ne kadar yakışmasa da, bizim kuşak bundan vazgeçmez. Hatta çevremde lise yıllarından beri kuşağımızın giyim tarzına sadık kalanlar, takım elbiselilerden daha çok. Alıştığımız, sevdiğimiz giysiler yerine bize askeri elbise ile botları giydiren doksanlara inat belki. Arkadaşımın daveti üzerine konsere gitmeyeceğimi söyledim, özsaygıdan gitmedim, kuşağımın gülünç haline şahit olmak istemezdim.
Birkaç sene önce yine gençliğimizden bir sanatçının konseri vardı. Konser biletini elde etmek oldukça zordu, yine de bir şekilde eşimle bana bilet temin ettim. Tabii, oğluma haber vermeden. Otoritemiz beş paralık olur. Nasıl oldu hatırlamıyorum, oğlum da o konsere gitmek istediğini söyledi, biletleri temin edebileceğimi de biliyordu. Sonunda o konsere babasıyla gitmeyi planladığımı, çok isterse kendisine de bir bilet temin edeceğimi söyledim. Tabi ki reddetti, çevresinden biri onu böyle bir konserde anne ve babasıyla beraber görürse, ömür boyu rahat bırakmazlar.
Böylelikle konsere eşimle beraber gittik, tek tük genç, çoğu bizim kuşak vardı. Bir de dikkatimi çeken altmışların ortasında bir ağabey. Üstünde fermuarlı bir deri mont, dar kot pantolonu, elini kolunu deli gibi sallıyor, dans ediyor. Hani, gelen sanatçının zirvede olduğu zamanlarda, kendisi otuzların ortalarındaymış gibi. Belki rahmetli karısıyla o zaman tanışmış, bu müziği beraber dinlemişlerdir. Kendini müziğe, ritme bırakmış gitmiş. Haline acımasaydım, gülerdim. Torun sahibi olacak, mahalle camii önünde akranlarıyla hava durumu, futbol sonuçları, dünkü siyaset haberlerini konuşması beklenen ağabey, rock konserinde dans ediyor… Hayır, biz böyle maskara olmayız dedim…
Belki de oğlumun yaşıtlarına göre (dans etmediğimize rağmen) biz de öyle görünüyorduk. Belki o zaman yaşımla barışmaya karar verdim. Veya ben barıştığımı zannediyorum. Özellikle bir giyim dükkanına girdiğimde, mağazada çalışan kadının bana yaşıma uygun, klasik bir model gösterdiğinde, gayr-i ihtiyari bir şekilde burnumu kıvırıyorum. “Teşekkürler, bu fazla ‘teyzemsi’ görünüyor” gibi sözleri ağızımdan kaçırdığımda, çalışan kadının “özür dilerim, size yakışacak başka bir şey bulalım” sözleri eşliğindeki tebessümünün arkasında gizlemeye çalıştığı şaşkın bakışından gerçeği anlıyorum. Anladığımda da geç oluyor. Yani, rezil olmuş oluyorum. İşte bu yüzden kendi şehrimde alışverişe gitmez oldum. Mağazalarda, hep aynı modellere, aynı renklere yapışıyorum. Tarzmış! Ne tarz, doksanlara inat bu! Hayır, yine ben fazlasıyla yaş göstermiyorum diye kendi kendimi teselli ediyorum. Giyerim ben bunu! Eşim de, hadi kot, hadi tişört, hadi balıkçı yakalı kazaklar, hazmederim bunları, fakat milletin içine spor ayakkabısıyla, sırt çantasıyla çıkınca, çok oluyor. Vazgeçmez o da. Doksanların inadına. Kahve yapmak için yaktığım birkaç çift Adidas ayakkabı hatırasına.
Yaşıtlarımın büyük bir kısmı artık babaanne, anneanne, dede olmuş. Ben ise teyzemsi görünmeyi kabul edemiyorum. Bir de yaşımla barışık olduğumu iddia ediyorum.
Bir önceki hafta konuşmacı olduğum bir konferanstan sonra orta yaşlı, saçına sakalına ak düşmüş bir adam, seninle selamlaşayım diye geldim, yıllardır görüşmedik, aynı ilkokulda okuyorduk, diyor. Simasından kim olduğunu çıkarmaya çalışıyorum, ismini soy ismini söyleyince, tamam, hatırladım. Yurtdışında yaşadığını, başarılı bir kariyer sahibi olduğunu anlatıyor. Ben de eşimle tanıştırıyorum, ayaküstü birkaç kelimeyle devam ediyoruz… Kendi kendime , “Vay canına, bu benden bir yaş küçüktü, bir alttaki sınıf” diyorum. Yoksa bu arkadaş da beni simamdan değil, adımdan soyadımdan tanımış olmalı. Adam dört dörtlük amca! Yok, biz bu kadar göstermiyoruz. Evde ayna da var, olsun, göz yine gerçek olduğunu değil, istediğini görüyor. Doksanlara inat.
Fakat günler geçtikçe, rutin yaptığım işler için daha çok zaman gerekiyor. Üç-dört sene evvel bir saat içinde yaptıklarımı şimdi iki saatte zor yetiştiriyorum. Ben aynı ben, ama çok yavaşlamış ben. Enerji aynı, kafada bir sürü proje, plan… Koşuşturmalar. Bir de iki yıllık cep telefonu gibi oldum, bir saat konuştum mu, üç saat çalıştım mı, deşarj oluyorum. Zamanla performanslar düşüyor, normal bu! Ekran kararıncaya kadar…
Nüfustaki hesap kafadakine uymayınca, galiba, böyle oluyor.
Vazgeçemiyoruz işte tarzımızdan, yapmak istediklerimizden. Biraz yıpranmış çılgınlıklarımızı da çöpe atamayız, evimizde, dört duvar arasında kalsın hiç olmazsa. Doksanların inadına…