Nisan ayıyla aram pek iyi değil malum. Barışamıyorum bir türlü. 1992’den beri. Yirmi altı sene geçti, hani o günlerde dünyaya gelmiş çocuklar artık kocaman olmuş, evlenip çoluk çocuk sahibi olmuşlar, sadece ben hâlâ barışamıyorum. Ve yalnız değilim. O günleri Saraybosna’da geçiren kuşağım, hemen hemen istisnasız Nisan’la kavgalı. En azından Nisan’a küs. O yıllara kadar, özellikle Saraybosna çocukları için 6 Nisan Saraybosna’nın Kurtuluş Günüydü. Bahar, okullarda kutlamalar, şiirler, koro şarkıları… Beyaz gömlekler lacivert etek veya pantolonlar. Okullar tatil değildi, fakat Saraybosna’nın Kurtuluş Gününü hepimiz çok samimi kutlardık. Ne bileyim, Yılbaşı, 1 Mayıs, Bosna Hersek Cumhuriyet Bayramı, 25 Kasım’la bitişik Yugoslavya Cumhuriyet Bayramı olan 29 Kasım tatil günleriydi, 25 Mayıs Gençlik Bayramı ve Yoldaş Tito’nun doğum günü…
Samimi söylesem, bunlardan hiçbirini ciddi bir bayram olarak kabul etmiyordum. Yılbaşı, sevmediğim kalabalık, boş eğlenceler, Amerikan salatası, lahana turşusundan kıymalı sarmalar, kayığa gelen turistler ve soğuk. Evde oturup film izlerdim. 1 Mayıs da kutlanıyordu ülkemizde, fakat bu işçiliği annemin komutası altında evde bahar temizliğiyle kutluyorduk. Boya, badana, dolapları yerleştirme… Temizlik işleriyle küçüklüğümden beri aramızdan kara kedi geçti. Arkadaşlar ebeveynlerin memleketine veya deniz kenarına giderken biz ev temizliğine mahkûmduk. Bir de ideolojik bir bayram, ne bileyim, ideolojik ne varsa, bir şekilde içimde mesafe oluşuyordu. Gençlik Bayramı ve Tito’nun doğum günü ise tam testler dönemine geliyordu. Kutlamalar beklesin, yılsonundaki karnem pürüzsüz olsun diye mücadele ediyordum (o tarihe kadar hep iyi notlarım vardı, sonunda kötü karma olmasın diye hazır beklerdim). 29 Kasım Cumhuriyet Bayramı, benim de doğum günüm. Bir türlü arkadaşlarımla doğum günümü kutlamazdık. Bazen büyük halamın evli olduğu Donji Vakuf’a giderdik, bazen evde kalırdık, şehir dışından dost akraba misafir ağırlıyorduk. Bir de o Saraybosna sisleri Kasım’da en yoğun, insanın evden çıkmayı bırak, yataktan kalkası gelmiyor. İçimdeki vatanseverlik veya şehirseverlik duygusunu, faşizme karşı galibiyet gururunu zirveye taşıyan bu Saraybosna Kurtuluş Günüydü. Belki de bir aidiyet meselesi. Bu şehre ait odluğumu güçlü bir şekilde hissediyordum.
Ve Ramazan Bayramı 1992. Bayramın ikinci günü. 5 Nisan. Kurtuluş Gününün arifesi. Şehir çember içinde. Düne kadar komşularımız, Sırbistan ve Karadağ’dan gelen gönüllü Çetniklerle şehrimizin etrafındaki kazılmış siperlere girmiş. Ellerinde silahlar. Bir de toplar. Evde kalmış baklavalar, bayram ziyafetleri. Yıllar sonra o sefer acıdan, korkudan, üzüntüden, sonra da yokluktan yiyemediğimiz bayram ziyafetleri. Hatırlıyorsam, küflenmiş. Küflenmemişse bile tadını hissedemediğimiz bayram ziyafetleri. Baklavalar, börekler, kuru ve yaş pastalar, köfteler. Boğazımızda düğümlenmiş. Boğazımızda üç yıldan fazla kalsın diye mi? Boğazımızdan, ruhumuzdan, hafızamızdan 26 sene sonra bile bir daha gitmesin. O 5 Nisan’da başlayan acı bir daha bitmesin. Çünkü aramızdan 11.541 insanın dünyası değişmiş. Sivil, asker, yaşlı, kadın, çocuk… Ve ardında kalanlar, acılarıyla ecellerini bekleyenler. Yakın veya uzaklar. Aramızdan seçilmiş olanlar. Aramızdan ayrılmış, fakat içimizden bir türlü kopmamış olanlar. Çünkü aramızdan bu 11.541 insanın, içimizdeki bu 11.541 insanın kaybı dünyamızı değiştirdi.
Biliyorum, kocaman kartopuna dönüştüren bu uzun günü anlatmıştım. 1425 günlük bir günü. 34.200 saatlik bir günü. İki milyon elli iki bin dakikalık bir günü. 123 milyon 120 bin saniyelik bir günü. 24 saatinde ortalama 329 bombanın, top veya tank mermisinin düştüğü günü sizlere anlattığımı biliyorum. Bir 24 saatlik diliminde, rahmetli babamın 69. doğum gününde, oğlum üç aylığını tamamlamak üzereyken, eşim de en ağır çatışmaların cereyan ettiği Juç tepesindeyken, şehre 3777 ağır silah mermisinin atıldığını daha önce yazdığımı ve tekrar yazacağımı biliyorum. Hatırlıyorum, hatırlatıyorum. Nasıl yani?
Enstitümüzün bulunduğu binanın yakılması. 5263 ciltlik elyazmaları kütüphanesinin, 300 bin orijinal arşiv belgesinin yakılması. Arkadaşlarımın ölüm haberleri. Yaralanmaları. Doğum yapmaya hastaneye yürüyerek gidişimi. Elimde iki bidon su, temizlik malzemeleri falan. Yanımda ablam ve eşim. Komik bir şey yoktu, muhtemelen yürürken biz de deli gibi gülüyorduk. Hastanede iken ziyaretime gelen arkadaşları. Telefonun çalıştığı anları fırsat bilerek telefonu çalışan dostları, akrabaları aramak, hal hatır sormak, “kendine iyi bak” sözleriyle iyi dileklerde bulunmak alışkanlıklarımızdı. Aküye bağlı radyodan başka bir semte bir bombalı saldırı duyduğumuzda, telefon çalışmıyorsa o dostu görmek, “bir şey lazım mı” diye sormak için evine gitmek alışkanlıklarımız… Birinin ziyaretine giderken eli boş gitmemek için bir bidon su veya bir poşette iki üç parça odun hediye etmek. Çikolata, baklava yerine. Güler yüzle misafiri karşılamak. Birinin yanına gittiğimizde güler yüzle karşılanmak. Zayıf, fakir bir sofrayı her gelenle paylaşmak.
Komşum Latifa’nın bana ikram ettiği yağsız ısırgan yemeğinin tadı hâlâ ağızımda. Bir iyilik hatırası. Melaheta’nın kabaklı böreği. Bahçelerindeki su kuyularından çamaşır bulaşık için su almamıza müsaade eden Raza teyze, Leyla… Savaş düğünleri ve cenazeleri. Alnına altın koymadan bebek görmeye gidildiğinde hissedilen utanç. Bu utanç içinde elimin parmaklarını ne yapayım düşünceleri. Elektrik, doğal gaz ve su geldiğinde bir başka mutluluk hissiyatı… O birkaç saati nasıl değerlendirelim coşkusu. Tabii ki elektrik, su, doğalgaz kesilecek yakında, fakat o kadar da yaşayıp yaşamayacağımızı bilmiyorduk. Anlayışları, duyguları, üzüntüleri paylaşıyorduk. Az olsa da evdeki gıdaları, odunları, suları paylaşıyorduk. Fırsat bulduk mu arkadaşlardan kim varsa buluşuyorduk. Şarkılarımızla mermi seslerini örtmeye çalışıyorduk. Arabalar olsa bile, yakıt olmadığı için her yere yaya gidiyorduk. Ve her gün sosyal etkinliklerimiz oluyordu. İş bir tarafa, insanlarla iletişim içindeydik. Dostluk, muhabbet, paylaşımlar vardı. Fakat o günlerden en çok gurur duyduğum, sadece benimle alakalı olmayan bir şey var: Bu hayat kurtarma mücadelesindeyken bir kere birinden intikam alma, adaleti kendi eline alma gibi bir teşebbüste bulunmadık. İntikam olarak gördüğümüz şeyi yaparak, yanlışlıkla birinin hakkına girmekten korkuyorduk. Mazlumun ahından. Yeter ki biz zalim olmayalım. Gerçekten gurur duyuyorum. Hatta bazen o günleri özlüyorum. Hayır, bombardımanları, açlığı, ölümleri, sürgünleri, katliamları, tecavüzleri, yıkımları değil; insanlığımızı, takvamızı, o zamanlardaki tevazuumuzu, şefkatimizi özlüyorum. Savaştaki kendimizi.
Barışmaya mı başladım Nisanlarla?