De-li olaylar başlayalı, size bir fıkramızı bile anlatmadım. Bu de-li olaylar nedir sorarsanız (bizde yerel bir fabrikanın 3D bulaşık deterjanı vardı, o yüzden aklıma geldi) darbe-dolar-deprem üçlüsü. Daha önce biri anlattı mı bilemiyorum, ama anlatacağım fıkrayı çok hoş buldum.
Kadın, hoca efendinin yanına ağlayarak geliyor (Nasrettin hariç olmak üzere, herhangi bir hoca efendi olabilir).
– Aman hoca efendi, benim köpeğim rahmetli oldu. Senden ricam, cenazesini yıkayıp namazını kıldırır mısın?
– Ablaaa, baksana, it gebermişse gebermiş, ona ne rahmetli denir, ne de cenaze namazı kılınır… Nerden çıktı o?
– Aman muhterem Hocam, gözünü seveyim, kıldır şu cenaze namazını, ben de rahat olayım, huzura kavuşayım. Bizim evde yatıp kalkıyordu, bizimle aynı sofraya oturuyordu, bir aile ferdi sanki. Bak, para mara umurumda değil, bu hizmet için bin bir dolar (bu bin bir rakamı masallarda hikâyelerde sembolik, ondan bu rakamı seçtim, yoksa gerçek kişilerle ve olaylarla hiç alakası yok) hazırladım, helal olsun…
Hoca efendi kadına bakmış, elindeki dolarlara bakmış, bıyığını sıvazlamış, birden gözlerinden seller akmaya başlamış:
– Allah rahmet etsin! Peki, ablacığım, rahmetli köpek efendi hastalığında çok çekmiş miydi?
Rahmetli babamın Müslümanlık dersleri
Üniversite mezuniyetinden hemen sonra, asistanlığa başlayana kadar boş durdum. Boş derken, part-time gazetecilikle uğraştım, ama ana mesleğim belliydi. Annemle babamın çevresi de vardı, fakat torpil çek, falanla görüş diyemezdim. Falan yere beni tavsiye edin bile diyemezdim. Deseydim, babamdan o kadar fırça yerdim ki… Aklımın ucundan geçseydi bile, dilime hiçbir zaman düşmezdi. Her zaman, böyle ufak tefek torpiller söz konusu olunca, illa ki haram işlemek istersen git domuz eti ye, içki iç, boşuna namaza durma, elin hakkına girmekten daha güzel derdi. Benim de iş yeri hakkım yok mu sorsaydım, bunu bildiklerinle elde edeceksin derdi. Nasıl elin hakkına girebilirim, not ortalamam yüksek, pratiğim de iyi… İyiyse, hakkın varsa, nasibin de olur. Yani, aklıma böyle bir torpil istemesi gelse, oracıkta, aklımın ucunda babamla diyalog kurardım, olası tartışmaya hazırlık yapardım… Her seferinde de yenilmiş olacağımı anlayınca bir kere bile ağızımdan kaçırmadım.
Çocukluğumda dinimi ara sıra gittiğim Elifba kursuyla evdeki büyüklerimden öğrenmiştim. Gözyaşı akıtan, cezbelenen vaizler yoktu Sosyalist Yugoslavya’da. Rahmetli babam da dinini annesinden öğrenmişti. Elifba kursuna bile doğru dürüst gidememiş, ortaokul çağında Foça’daki evden ayrılıp Saraybosna’ya okumaya gelmiş. Kuzenleri II. Dünya Savaşı’ndan önce bile kızılımsıydı. Hele de komünizm gelince… II. Dünya Savaşı sırasında, Sırp ırkçı Çetnik askerleri babamın babasını öldürmüş, annesi ise iki halam ve amcamla Saraybosna’ya muhacir olarak gelmiş. Babam bir ara Partizan askeri. Kiralık bir ev tutuyorlar, kirası ne kadar az olursa olsun, yine de babaannemin getirdiği altınlar kira masraflarında, karaborsadan aldığı un-şeker-yağda çabucak eriyor. Savaş bitince babam öğretmenlik lisesinden mezun, kimya mühendisliğine başlıyor. Ancak genç öğretmen olarak bir köye atanmış (devletin emrine tabi olmak zorunda), akabinde Saraybosna’ya geri gelmiş. ‘Yoldaşları’ hemen bir lojman teklif ediyorlar, hani kısa bir öğretmenlik döneminden sonra bir ilkokul kurucu müdürü olmuş, yirmili yaşlarında, az değil… Şehir merkezinde devletin el koyduğu, savaş sırasında Naziler tarafından toplama kamplarına götürülmüş Yahudilerin daireleri, savaştan sonra kaçmış veya savaş zulümlerinden dolayı mahkûm edilmiş Ustaşaların da daireleri boş duruyormuş. İşte onlardan birini teklif etmişler. Babam mutluluktan uçarak o kiralık eve gelmiş, annesine durumu anlatmış. Nihayet rutubetli kiralık evden, kiradan kurtulacaklarmış. Annesi abdest almış, elinde Kur’an: “Kitap üstüne yemin ediyorum, birinin malına mülküne konarak hakkına gireceğime, dördünüzü kefene sarılı görmeyi tercih ederim.” Ağır ve büyük söz. Üstüne bir şey denmez. Rahmetli babamın Müslümanlık anlayışı bu sözün üzerinde kurulmuş.
Çalışmaya başladığımda da ilk maaşımın ne kadar olacağını merak ettim, babamın yanında ağzımdan kaçırdım. O kadar öfkelenmiş, bağırmış: emeğim boşuna gitti, kimi yetiştirdim, eğitim sektöründe veya akademik çalışmalarda para düşünülmez, konuşulmaz, bunun gibi işlerde idealistleri çalıştırmak lazım, para mara düşünenleri değil.
Yıllarca okuduğum kitaplardaki Müslümanlığı da babamın Müslümanlığına benzetiyordum. Hani, peygamber örnekleri, İbrahim Ethem, evliyalar, mutasavvıflar… Hazreti Yusuf Mısır’a sultan olduğunda kardeşlerine, babasına akraba ilişkilerinden dolayı buğday vermemiş. Hak ettikleri kadar vermiş. Diğer ihtiyacı olanlara verdiği kadar. Her yerde gördüğüm örneklerde tevazu, yardımseverlik, doğruluk, dürüstlük, kul hakkına saygı vardı. Bu sıfatların neticeleri olan, gizli âlemden gelip gizlenen kerametleri sırf bu sıfatları vurgulayan simgeler olarak algılamıştım.
Bab-ı Abi erbabı
Zaman değişti. Bu zamana kadar sadece kitaplarda gizli ve nadir insanlara gösterilen kerametler alemin ağızında sakız gibi çiğnenmeye başlamış. Keramet sahibi olduklarını iddia edenler bu küresel köyün her tarafından fışkırıyor. Rüyalarda Peygamber’i görüyorlar, mesajlar aktarıyorlar… Az kalsın Peygamber onlara tweet attıracak, Facebook durumlarını dikte edecekti.
İslamiyet’in, maneviyatın bu kadar canlı olduğu bir dönemde anlamadığım bir şey var: Kitaplarda okuduğum eski mutasavvıf ve âlimler biat verecekleri kişilerden zahiri ilimleri, makamı, hırsı, mal-mülkü terk etmelerini isterlerdi. Hizmet et, gayret ver, nasibini alırsın derlerdi. Keramet sahibi (hatta daha da üstün) olduklarını iddia eden hocalar ise müritlerini zahiri ilimlere, paraya, dünya kazanmaya teşvik ediyorlar. Eskiler talibin birçok kaynak okumasını, uzun süre tefekkür etmesini, tekke matbahında pişmesini, diğer gönül insanlarının ilminden istifade etmesini talep ediyorlardı. Zamanımızda bilgi de, maneviyat da hazır çorba gibi oldu, poşet yerine kendi dersini/makalesini/kitabını veriyor, sıcak suda karıştır iç, artık yolculuğunu tamamlamış oldun. Sınav soruları verilir, eğitim seviyesi düşürülür… Eskiler emeğiyle geçiniyormuş, zamanımızdakiler ise müritlerini satranç figürleri yerine kullanarak belirli yerlere yerleştiriyor, onlardan aldıkları haraçla geçiniyorlar. Eskiler saygıyla iktidardakilere nasihat veya eleştiriyle yaklaşıyordu. Şimdikiler çanağını yalayarak iktidardakinin koynuna (saray erkânına diye oku) girmek istiyor, olmazsa, ayaklanarak bizzat iktidara veya belli makamlara gelmeye çabalıyorlar.
Sadık Yalsızuçanlar’ın roman kahramanı Diyamandi’nin Yaman Dede’ye dönüşmesine sebep, bir Müslümanla gayrimüslimin davasına bakan kadının Müslümanın haklı olması yönündeki arzusu ve pişmanlığı. Bir düşünce için pişmanlık bir tarafta, “benimki bu yere gelsin” uğruna tuzaklar, oyunlar, haksızlıklar diğer tarafta. Önemli görevlerin “bizim cemaatten/takımdan/taraftar ekibinden/müzisyen hayranlarından” ehil olmayana verilmeleri… Yeter ki güçlü bir abin olsun, kapısına yaslanır geçimini sağlarsın. Önemli zannettiğin kişilerle fotoğraf çektirir, sosyal medyada paylaşırsın. Kafanda mesleğinden bir zerre bilgi kalmamışsa, sınavlarını kopya çekerek mezun oldunsa, alın teri ile bir okuldan çıkanın, işini bilenin hakkını çiğnedinse… “Bir kez gönül yıkdın ise, bu kıldığın namaz değül, Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değül”.
Yorgunum ve bu tezatlarda Müslümanlığı arıyorum. Para ile alınmaz, tek onu biliyorum.
Not: Bu yazı Gerçek Hayat Dergisi’nde yayınlanmıştır.