Bazen, bazı yazıları yazarken, yaşadığım ülkeye yabancı bir gözle bakmaya çalışıyorum. Belki o gözle bakarsam neyi anlatmam gerektiğini daha iyi görebilirim diye düşünüyorum. Ancak bu düşünce birkaç kelime yazdıktan sonra tamamen yön değiştiriyor ve içerden biri olarak yazmaya başlıyorum yine. Bunu birkaç kez denedim ama beni pek de tatmin etmedi. Bu yüzden her şeyi doğal akışına bıraktım. Hem böylesi çok daha güzel, sıradan da olmuyor. Zaten gezi yazısına dönüşmesini istemem; bir ülkeyi tanıtan, turistlere yön veren, bir ülkenin tanıtım reklamını yapar gibi olsun istemem. Öylesi aslında çok daha kolay ama mektup olunca daha samimi geliyor. Mektubun içinde anılar var, ruh var, dert var, derman var, mutluluk var, paylaşım var, hüzün var, nostalji var. Mesela tarihi eserlerin mimari yapısına değil de o eserlerin üzerimizdeki etkisine, sıra sıra dizilmiş taşların kimler tarafından dizildiğine düşünüp saatlerce kafa yormak, sonra da bir el tarafından yıkıldığı günü düşünmek, dağılan taşlar gibi toparlanmaya çalışmak, ruhumuzu restore etmek bazen, işte bütün bunlar kafamın içinden gelip geçiyor. Bu ruh dağınıklığını anlatırken bir şehrin hak ettiği portreyi doğru düzgün çizmeye çalışıyorum. Bir mahalleyi anlatırken kaç sokağı olduğundan değil de, o sokaktaki ayak izlerinden bahsetmek, hangi çocuk oyunlarında hangi taşta dizlerimizi kanattığımızı anlatmak istiyorum. Yoksa Balkanlar, konuşulan dillerle, dildeki ağız farklılıklarıyla, masallarıyla, giyimi kuşamı, folkloru, edebiyatı, yazarları ve âlimleriyle yüzlerce kitabın içine bir doktora tezi ve yüksek lisans teziyle girmiştir zaten. Çok araştırılıyoruz farkındayız, kullanıp kullanıp atılıyor bir kenara sonra, en çok da bu yıpratıyor bizi.
Bazı şeyleri yabancı bir gözle anlatmak neye benziyor biliyor musunuz? Bosna’dan konuşurken Mostar’ı örnek almaya, o köprüyü ve Başçarşı’yı ballandırarak anlatmaya. Sebil’de resim çektirip oldubittiye getirmeye benziyor. Börekti, kebaptı, biraz da Dino Merlin’in müziğiydi derken bir anda Balkan uzmanı olmak gibi bir şey. Arnavutluk deyince de Enver Hoca’dan bahsetmek, Tiran’dan bahsetmek, İşkodra üzerinden siyaset yapmak gibi bir şey. Kosova’dan konuşunca da Sultan Murad Hüdavendigâr türbesinde dua etmek, Mamuşa’ya gidip birkaç sevimli çocukla resim çektirmek, Prizren’in Taş Köprüsü üzerinde esen serin rüzgâra kapılıp “İşte buraların hepsi bizim” deyip boyun tutulması yaşamaya benzer. Makedonya söz konusu olunca da Üsküp’te Büyük İskender heykeli yanında resim çektirmeden olmaz tabi. Çömlek tavada kuru fasulye, yanında Şopska salata, bir de kebapları dizince, “Ah Rumeli ne güzelsin sen öyle” demeden gidilmez bu topraklardan. Ohri gölündeki alabalıkları yemeden, Mavrova’dan sümbül almadan, Matka kanyonunda serinlenmeden de olmaz. İşte size kısa bir Balkan turu.
Her şehrin kendine has bir dokusu var elbette, bizimki de böyle, her dokuda Osmanlı çıkar yine de. Son yıllarda Türkiye kurumlarının burada olması bizleri en çok sevindiren olaylardan biri oldu. Ancak söz konusu Türkiye olunca bu klasik Balkancılık siyasetinden ötesine ihtiyaç var. Daha doğrusu, her iki ülkeye daha çok yararı dokunacak bir siyaset izlenmesi gerekiyor. Bizi bize anlatmaya gerek yok, böyle bir yol takip edildiğinde bu aslında bir yerde bize zarar olarak geri dönüyor. Balkanlar farklı bölgelere benzemez; ne bileyim, Afrika’da farklı bir siyaset yapılır, Avrupa’da yaşayan gurbetçiler için farklı bir yol izlenir, bu sebeple Balkanlar’da da durumun daha farklı olması lazım.
Balkan ülkeleri için -bir savaş olmadığı takdirde- yardım kampanyaları yapılmasına hiç gerek yok. Kimse açlıktan ölmez burada. Buna benzer, mesela Kurban bayramlarında “Kurban eti dağıtımı” yapmak bile israftır. Toplu sünnet törenleri, aşure dağıtımı, gıda ve kırtasiye dağıtımı gibi faaliyetler olsa da olur olmasa da olur. Müslüman çocukların kaldığı bir yetimhaneye rastlamazsınız pek burada. Akraba bağları güçlüdür bu topraklarda, insanlar birbirine destek çıkmayı ve yardım etmeyi senelerdir bilir. Yardımlarda hep sessiz ve görünmezdir, durumu kötü olan ailelere bile gündüz vakti yardım edilmez, onun yerine gece yapılır her şey. Görünmesin, gücenmesin, lafı olmasın diye. Belki de bu yüzden biz göremedik, kim bilir. Dışardan belki sizler daha iyi görüyorsunuzdur bilemem. Bu topraklarda yaşayan Müslüman kesim, hiç kimsenin yardımı olmadığı dönemlerde öyle bir bağışıklık kazandı ki yeniden ve beraber atacağımız her adım bu bağışıklığı güçlendirmek için olmalı, zayıflatmak için değil. Bu konuda çok daha ince bir siyaset yapılmalı. Balık değil olta gerekir bazı ülkelere mesela. Bazı ülkelere ise direkt balık verilmeli çünkü temel ihtiyaç odur, o yoksa ölür. Bu yüzden (samimi olduklarına emin olsak da) bazı faaliyetler bize zarar olarak geri geliyor maalesef.
Geçen sene bir yazımda “kaleyi yeniden fethetmekten” bahsettim. Burada yapılacak faaliyetler aslında gençlere yol açma amaçlı olmalı. Eğitimini almış, kafası çalışan, ekmeğini kazanabilen, birçok dili konuşabilen o kadar çok parlak genç var ki. Böyle gençleri hazıra alıştırmak, onların ışığını söndürmektir sadece. Bu da kimsenin yararına olmaz, onca emeğe, onca zahmete, onca harcamaya yazık olur. Balkanlarda yaşayan Türkleri sadece tercüman olarak kullanmak da yazıktır. Burada yaşayanlar zaten önlerinin kesilmesine, kapıların kapanmasına yıllardır alışmıştır. Asıl beklenti, gençlerin önünü açmak, orada bizim bir kardeşimiz var, istediğiniz her işi halledebilir diyebilmektir. Sağlıklı olan budur. Bu adımlar atılmazsa senelerce daha yerimizde sayarız.
Kültür alanında da benzer durumlar var. Türkiye’den gelen folklor ekipleri, Türkiye’den gelen ses sanatçıları, Türkiye’den gelen yazarlar, Türkiye’den gelen ressamlar, Türkiye’den gelen fotoğrafçılar… Hepsinin ustası gelse, çırak yetiştirse, onca harcamaya gerek kalmasa, biz de “yerli malı yurdun malı herkes onu kullanmalı” diyebilsek keşke. Bizim için Türkiye vatandır, buradaki her Türk evladı da bu vatanın hayrına hizmet etmelidir. Kimlik belgeleri ve evraklar sadece kâğıttan ibarettir.
Aslında yapılmak istenen de bu, biz bunun farkındayız, başından beri yürütülen siyaset bu yöndeydi. Bu konuda örnek kurumlar var mesela, çok kez onlardan bahsettim burada. Gelen kurumlar birbiriyle yarışmamalı, her kurum “kurumcu” olmamalı, birlik ve beraberlik sınırları içinde iyi bir koordinasyon sağlanmalı ki sağlıklı sonuçlar elde edilsin. Hepsi bizim için apayrı birer değer, zaten yaptıkları her şey takdire değer. Kurumcu değil de devletçi olmakta fayda vardır yine de. Ancak bir noktada çözülmeyi bekleyen bir düğüm var sadece. İçerden biri gibi bakmak lazım görmek için. Bu bir eleştiri değil, eleştirmek için faaliyetlerin kusurlu olması lazım, her şey yolunda, benimki kardeşçe bir nasihat, haddim olmayarak ancak hakkım ve sorumluluğum gereği olduğunu düşündüğüm bir nasihat. Bir puzzle parçası var yerine uymayan: Fragman istemiyoruz, reklam hiç istemiyoruz, bizler “asıl filmi” izlemek istiyoruz. Bunun için yüz yıl bekledik, yetmez mi? Mehterbaşı, çal artık şu mehteri yetti gayrı!