Kuzey Makedonya ve Balkanların önemli münevverlerinden ilahiyatçı – yazar Prof. Dr. İsmail Bardhi’nin Yeni Şafak Gazetesi’nde yayınlanan “Maskesiz Nine” yazısını ilginize sunuyoruz.
Bir insanoğlu yoktur ki “İnsan nedir?” sorusuyla yüz yüze gelmemiş olsun. Dolayısıyla geçmiş dönem insanoğluna kıyasla günümüz insanının kendisi hakkında daha az tefekkür ettiği de söylenemez. Aksine, derin mânevî fıtratımızda, dünyamızın kalkınmasına ve o dünyada insanlığımızı kemalâta erdirmeye ilişkin sorumluluk duygusu yeşermektedir.
Son asırlarda insanoğlunun başına gelen üç “aşağılama” ve “başkalaştırma” vardır. Kopernik Dünya’yı evrenin karanlığına itti, Darwin bir bakıma onu hayvanlar seviyesine indirgedi, Freud’a göre insandaki birincil unsur “cinsel libidodur.” İşbu aşağılamalar ve başkalaştırmaların yükünü taşıyan günümüz insanı, tüm referans noktalarını yitirmiş, yurtsuz, varoluşsuz, ocaksız (ethos, oikos) kalmıştır. “Viraneliğimizin farkındayız” –demiş Nietzche, ve eklemiş “zira kendimizi dört parçaya parçalanmış olarak görüyoruz: geriye doğru – eksiklikleriyle birlikte kişisel geçmişimize doğru; ileriye doğru – amaçsız ve bilinmeyen bir geleceğe doğru; içeriye doğru – kişisel benliğimize doğru, ki burası neredeyse bir yılan yuvasıyla aynı; dışarıya doğru – bir kısmını çok sevdiğimiz, diğerlerini bilmediğimiz ve karşılarında savaştığımız üçüncü şeylere doğru”. Sanırım bu sıklıkla geçmiş hakkında konuşmamızda etkin oluyor, zira görünüşe göre geleceğimiz “yok”. Geçmiş zamanı biraz daha somut şekilde açmak için, biz Balkanlıların sövmeye, iftira atmaya ve suçlamaya hâlen doyamadığımız biz zaman dilimini hatırlatacağım.
Bundan 100 yıl önce, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün başladığı dönemde, kapının eşiğinde oturan yaşlı bir nine gözlerini kapatmış, suskunluk ve yalnızlık içerisinde öylece “bakıyordu.” Yanından bir asker geçti: Belki Sırp’tı, belki Yunan, belki de Bulgar, kim bilir (Arnavut bir “komutan” da olabilir hani)… Asker yaşlı nineyi o halde görünce dönüp sordu: “Nine, ne yapıyorsun, bir şeye ihtiyacın var mı?”. “Ah evlat, yok… bize ne olduğunu düşünüyordum, koca koca vaatler… ve geriye kalan viranelik ve yalnızlık. Her gelen ordu bir evladımı vurdu…” dedi koca nine. “Neden öyle diyorsun nine? Osmanlı zamanında daha mı iyiydi?” diye sordu asker. “Daha iyi miydi değil miydi bilmem, ama şimdiki gibi değildi. O zaman aşım vardı, şimdi ise hiçbir şeyim yok” dedi nine ve devam etti: “Bugün ancak küfür, iftira, nefret, isimsiz ve kimliksiz ordu, talan, gasp edilmiş topraklar ile dinî nefret var ve daha önce hiç bilmediğimiz bir soruyu birbirimize sormaya başladık: Senin Tanrın ne, benim Tanrım ne?; günümüzde ‘ibadethaneler’ bile nefret ve savaşın, birbirimizi öldürmenin, daha doğrusu BİR OLANI öldürmenin meskeni haline geldi. Sen gençsin evladım, anlamadığın için seni suçlamıyorum, aldandığın için suçluyorum…”
Yaşlı ninenin bu sözleri Osmanlı İmparatorluğu’na mensup olanların kendileri ve dahi “Başımıza gelen her kötülük Tanrı’yı unutmamızdandır” (Solzhenitsyn), “Yirminci Asrın Cehaleti” (Muhammed Kutub) veya “İmparatorluğun Yıkılışı” (Spengler) gibi sözleri eden âkil âlimler ve dünyaca ünlü filozoflar için de hikmet ifadesi değil mi sizde de? Günümüzde bile Balkan ülkeleri ve bâhusus Arnavutların hâlen Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik kendilerini alfabesiz, dilsiz ve “nükleer santralsiz” bıraktığı suçlamalarıyla yırtınmaları pek çelişkili bir durum değil mi!? Bu düşünce ancak yüzeyseldir, maalesef bu tür bir düşünce günümüzde İmparatorluğun merkezindeki sağcı-solcu zihniyette de mevcut ve aynısı hem kendi gücüyle hem de “dışarıdan” ile “içeriden” aldığı destekle üç kıtaya hakim olan ve buna rağmen hükmettiği topraklarda korkuyu barındırmayan, aynılarında kendisinden sonraki dönemde beliren savaşlara fırsat vermeyen bir İmparatorluğa savaş açmıştır. Bu yüzden, dışarıdan bakan bizlerin zaviyesinden, o toprakların uzun zamandır sahip olmadığı bir hükümet/yönetim biçimi için aşağılama olarak addedittiğimiz popülizme dikkat çekip eleştirilerimi ifade etmek istiyorum.
Günümüzde Türkiye’deki televizyon programları o denli tehlike arz etmekte ki, her geçen günle birlikte emsaline rastlanmamış bir başkalaştırma operasyonunun ana mekanizmasını teşkil etmektedirler ve maalesef bu başkalaşma Balkanların pek çok bölgesinde de mevcut. Tam da burada en can alıcı sözü söylemek doğru mudur bilemiyorum ama orada gördüğüm programlar ve tartışma programları benim için bir nevi “kibar bir pornografidir”, zira kandırmaca ve yalanı, daha doğrusu popülizmi görülmemiş bir ciddiyete dönüştürüyorlar. Bizatihi televizyon programları bunu kanıtlıyor: kıyafet programları, kaybolan kişileri bulma programları, evlenme/boşanma programları, yemek programları, hatta dinî programlar ve elbette ki siyaset/tartışma programları.
Bu yaşananlar kurumsal, kültürel ve dinî bir haksızlıktır. Her gün saatlerce süren kayıp kişileri bulma programları bakanlık ve devletin kendisi için aşağılamadır; dinî, siyasi programlar komediye dönüşmüş: konuşmayı bilen veya çok konuşan herkesi orada bulabilirsiniz. Ve bu programlar o kişileri ünlü ve “güçlü” kılmalıdır, ki bu “güç” hiçbir güzellik üretmiyor, ancak ülkeye ve devlete halel getiriyor. Yazının başında zikrettiğim “nine”, eskiden daha iyiydi derken hata mı etmiş. Hayır! Teknoloji ve zenginliğin popülizm metodlarıyla cehaleti ve ahlak yoksunluğunu toplumumuzda egemen kılmak maksadıyla ailelerimize ve topraklarımıza uyguladığı tasalluta bir bakın. Bu düşünce o denli ileri girmiş ki, günümüzde siyasetin desteğini bile arkasına almış vaziyette: İmparatorluk tabiriyle sol/solculuk, “İmparatorluğu yıkmak için” her şeyi yapmaya hazır olan bir hamurdan başka bir şey değildir. Ne demek istediğimi biraz daha açayım: istedikleri, %95’in köle olması, %5’in de devleti kontrol etmesi. Kemale/Kemalizme verdikleri desteğe bir bakın, yukarıda zikredilen güçleri kullanmak dışında ne yaptıklarını bile bimiyorlar. Film/sinema alanını bile Bollywoodvari bir yöntemle etkin güce dönüştürmeye çalışıyorlar. Dahası, o denli ileri gidiyorlar ki, artistlerin en basit yürüme sahnelerinde bile onları kabadayılıktan neredeyse uçacak “terminatörlere” dönüştürüyorlar.
Şimdiki “iktidara” gelince, hâlihazırda bir kriz safhasında olduğunu söylemeliyiz. Elbette burada iktidarın hakkını teslim etmemiz gerekir, ülkede yıllarca ve hatta Osmanlı İmparatorluğu döneminde bile “yapılmamış” şeyler yaptı. Peki buradaki zaafiyet ne? Kanaatimce iktidar, özellikle ülkenin üç kıtaya hükmetmiş bir imparatorluğun varisi olduğu ve bundan dolayı çelişkili siyasi talepler ile aşağılayıcı ve fırsatçı “pornografik” boyutu olan televizyon mekanizmasına boyun eğme gibi bir lüksü olmadığı gerçeğinden hareketle, halkın bilinçlenmesi hususuna daha çok önem vermelidir. Bir “aktöre”, ve daha da kötüsü bir “âlime” sokağa çıkıp protesto etmesi ve dine, Allah’a ile vatana iftira atmasına, bunu da Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan zihniyetin iktidara gelmesi için yapmasına müsaade edilmesi ciddi bir risktir. İktidardaki mevcut “sağcı” güç artık sağcıların ve solcuların daimi sentezine dönüşmeyi düşünmelidir, zira zaman bunu talep etmektedir.
Bu elzem talep ve vazife doğal olarak dinî kurumların yükümlülüğüdür, fakat maalesef aynıları medyadaki siyasetin etkisine veya diğer bir deyişle nâm ve makama kanmıştır ve kanmaya devam etmektedir. Din kurumu üzerindeki yükümlülüğü görmek istiyorsa, ciddiyetle geçmişle “alâkadar” olmalı, onun halklara, ülkelere ve iktidarlara neler getirdiğini görmelidir. Sadece Balkanlarda bile Osmanlı İmparatorluğu’nun çekilmesinin ardından sağcılar ve solcuların mezalimi, savaşlar ve yıkımlar ile çeşitli iktidarların etkilerinin boyutu hâlen tam olarak bilinmemektedir. Daimi bir zulüm söz konusu, zirâ sınırların kaç kez değiştiği ve kaç kişinin yok olduğu hâlen meçhuldur. İlâhi dinler, Tanrı dışında başka bir güçe itaat etmeye müsaade ettiklerinde istisnasız Tanrı’nın kendisi tarafından “cezalandırılmışlardır” ve “cezalandırılmaktadır”. Onlar ilâhi Kelimetullahı aslına uygun tefsir etmeli, onu nâm ve makam sevgisinden arındırmalıdır. Onlar günümüzde etkisi altında olduğumuz virüsün boyutunu bile aşmış olan ve bir kanser gibi bizi yiyip bitiren aşağılayıcı ve aldatıcı popülizme savaş açmalıdır.
Peki popülizmin alameti farikası nedir? Her şey ama en çok da demokrasi dolu bir ağız. Zira bu, popülizmin iktidara gelmesi için olmazsa olmaz mesabesinde. Öyle ki popülizm asla demokratik kurumları hedef almaz, ancak ona sadık olanları içine sızdırarak ve böylelikle kendisine demokratik meşruiyet atfederek o kurumların temeline dinamit döşer. “Modern” kelimesi bana pek soğuk geliyor ve moderniteden uzak olan bu fenomeni modernleştirmenin ne derece faydalı olduğunu da bilemiyorum, yukarıda bu unsura ilişkin yaptığımız “ruhsuz” nitelendirmesinden hareketle, bunun ruh ötesi –ruhu bertaraf eden– bir modernite olduğunu söyleyebiliriz. Lâkin sanırım burada asıl mesele popülizmin ne derece modern olduğu değildir, mesele kimin daha dominant olduğudur. Mesele, modern yerel popülizmin sadece ve sadece modern küresel popülizmin “uşağı” olduğudur.
Tüm bu söylenenlerden hareketle, son 15-20 yılda müspet yönde değişikliklerin yaşanmadığı sonucu çıkarılmalıdır. Popülizm siyasette olduğu gibi kültürde de her geçen günle birlikte güçlenmekte ve yeni şekiller almaktadır, böylelikle hem siyaseti, hem kültür kurumlarını hem de – maalesef – dinî kurumları kontrolü altına almaktadır. Popülizm farklı profillerden entelektüellerin ve kimi dinî önderlerin ana besini olmuştur. Efendimiz A.S.’ın “Kâtil de maktül de cehennemdedir” sözü ne kadar da yerinde bir sözdür! Ben bunu şöyle tanımlayacağım: kandıranı da kandırılanı da, âlimi de cahili de, siyaseti kabul edeni de reddedeni de vahim bir son bekliyor.
Zor bir zamandayız, o kadar zor ki insanlar geçmişin savaşlarına ve kandırmalarına “sevinir” hâldeler. Şimdiki zaman şimdi değildir, birkaç saniye içinde yok olup gider, şimdiki zamanın hiçbir garantisi yoktur. Şimdiki zaman görülmemiş bir köleliğe dönüşmüştür. Bilimsel değerlerin anlamını ve bilimin sunduğu imkânları kaybetmeye başlamıştır. Kültüre ve kültürlü olana yönelik sevgiyi soldurmaya başlamıştır. İbadetin sevgisine de halel getirmeye çalışmaktadır (dinî olarak da bizi birbirimizden uzaklaştıran 1-2 metre mesafeyi hatırlayınız). Bunlar tesadüf değåildir. Bunlar tehlikeye dikkat çeken, doğa güzelliğini ve ebeveynler çocuk sahibi olmanın hazzını yitirmesin diye – kendimiz için – kendimize dönmeye çağrıdır.