“Küresel Düzenin Reformu ve Uluslararası Kurumların Körelmesi”

Türkiye Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, Arnavutluk’ta “Stratcom Public Forum: Daha Adil Bir Dünya Mümkün (A Fairer World is Possible)” başlıklı panel düzenledi.

Geleceğin Alternatifi Vakfı (ALSAR) Başkanı Mehdi Gurra’nın panelde yaptığı “Küresel Düzenin Reformu ve Uluslararası Kurumların Körelmesi” başlıklı konuşmayı ilginize sunuyoruz:

“Bu panelde, insan onuru ve adalet kavramının herkes için eşit şekilde saygı gördüğü bir dünya inşa etme konusundaki zorluklar ve fırsatlar hakkında düşüncelerimi paylaşmak büyük bir onur ve sorumluluktur.

Siyasi, kültürel, teknolojik ve ekonomik alanlardaki hızlı dönüşümlerle şekillenen bir çağda, hepimiz için daha adil ve sürdürülebilir bir gelecek nasıl inşa edebiliriz? sorusu üzerine düşünmek hayati önem taşımaktadır. Bu dönüşümler, hem uluslararası hem de iç ilişkileri yeniden şekillendirerek adalet, eşitlik ve insan hakları kavramlarının temellerini sarsmıştır.

Adil bir dünya veya adaletin evrenselliği fikri mahalli bir öneri olarak dünyaya pazarlandığı anlaşılmıştır. Başlangıçta adil bir dünya ve adaletin evrenselliği fikrinin yeniden değerlendirilmesi, bu yaşanan sorunun anlaşılmasına ve ne yana yöneleceğine katkı sunacaktır. Eğer bu şekilde hareket edilmeyecek olursa bugün adil bir dünyanın parçası olmadığını ve adaletin kendileri için geçerli olmadığını düşünenler, yeni bir mahalli öneriyle karşı karşıya kalacaklardır. Yine adil bir dünya teorisi ve adalet fikri onlar için gerçekleşmeyecektir. Öyleyse kriz, kaynağında araştırma ve değerlendirmeyi hak etmekte, en azından dünyayı sürüklediği bu krizin nasıl olduğuna dair kendisini izah etme özgürlüğü verilmelidir. Yoksa Afrikalı veya Balkanlardan bir ülkenin bu konuda katkısı bu fikri ve teoriyi kabul etmekten başka bir şey olmamıştır. Şu kadar yüzyıl önce üretilmiş, pazarlanmış ve müşterileri bulunmuş, bütün dünya buna inandırılmış ve şimdi kriz var diye buraya yönelmek ilginç sonuçlar doğuracaktır. Kriz, krizin kaynağına yönelirse çözüm, askeri ve çatışma üretecektir.

Daha adil bir dünya arzusu evrenseldir, ancak adaletin yorumları devletler, milletler, örgütler ve kurumlar arasında önemli ölçüde farklılık göstermektedir. Bazı devletler için, daha adil bir dünya; ulusal egemenliğe sıkı sıkıya bağlı kalmak, iç işlerine müdahale edilmemesi ve büyük ya da küçük tüm milletler arasında eşitlik ilkesine saygı duyulması anlamına gelmektedir. Bu bakış açısı genellikle, gücün daha dengeli dağıtıldığı ve hiçbir devletin ya da koalisyonun kendi iradesini tek taraflı olarak dayatamayacağı çok kutuplu bir dünya düzeninin önemini vurgulamaktadır. Özellikle bu perspektif, tarih boyunca yabancı müdahale ve sömürüye maruz kalmış sömürge sonrası devletler için büyük önem taşımaktadır. Sömürgeciliğin tarihsel mirası, geçmişte sömürgeleştirilmiş birçok ülkenin, güçlü devletlerin liderliğindeki müdahalelere şüpheyle yaklaşmasına neden olmuştur.

Öte yandan, birçok ülke ve uluslararası örgüt için adalet, insan haklarının korunması, ekonomik kaynaklara eşit erişim ve uluslararası standart ve normlara saygı ile yakından ilişkilidir. Bu bakış açısı, genellikle liberal demokratik devletler ve insan hakları örgütleri tarafından desteklenmekte olup, bireysel özgürlüklerin ve hakların korunmasını adil bir toplumun temel taşı olarak görmektedir. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, bu perspektifin temel referans noktası olmaya devam etmekte ve insan haklarının evrenselliğini ve bölünmezliğini vurgulamaktadır.

Alman filozof Jürgen Habermas, adil bir dünyanın kapsayıcı diyalog ve tüm tarafların baskı veya dışlanma korkusu olmadan görüşlerini eşit şekilde ifade edebileceği bir kamusal alan üzerine inşa edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Onun bu görüşü, uluslararası kurumlarda dengeli diplomasi ve adil temsil ihtiyacını vurgulamaktadır.

Dünyanın yaşadığı krizin yumuşatılması, kabul edilebilir, yönetilebilir ve sürdürülebilmesi için bu teori sahipleri gündemi belirlemiştir. Tartışılan konunun kavramsal ve teorik çerçevesi dünyayı bu hale getirenler tarafından gündemde tutulmaktadır. Hevesli ve iştahlı tartışmacılar da bu fondan beslenmektedir. Böylece yeni fikir, dünyaya yayılmakta ve tartışılmasına imkân sunmaktadır. Sömürgeciler, yaptıklarından vazgeçmemek için yeni bir yol aramaktadır. Bunu da küresel düzeyde sivil toplum ve akademik çevrelere servis etmiştir.

Çok Taraflılık Krizi ve Küresel Adaletin Önündeki Engeller

Mevcut çok taraflılık krizi, daha adil bir dünya oluşturmanın önünde büyük bir engel teşkil etmektedir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan uluslararası kurumlar, günümüzün jeopolitik gerilimlerini, geçmişteki yapay ve geçici olarak bastırılmış eski yaralar gibi çağdaş zorlukları ele almakta giderek yetersiz hale gelmiştir. Bugünün uluslararası sistemi, bu zorlukların birçoğuna çözüm getirmede başarısız olmuştur. Bunun bazı örneklerine bakalım:

  1. Orta Doğu ve Filistin:

İsrail ile Filistin arasındaki çatışma, geçen yüzyılın 40’lı yıllarından beri sürmekte olup uluslararası düzenin en eski ve en karmaşık sorunlarından biri olmaya devam etmektedir.

Filistinliler için hâlâ adil ve sürdürülebilir bir çözüm sağlanamamıştır; işgal, zorunlu göç ve temel haklarının ihlaliyle karşı karşıya kalmaya devam etmektedirler.

BM’nin 242 ve 338 sayılı kararları gibi, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngören kararlar uygulanmamıştır.

Bu durum, uluslararası sistemin kendi kararlarını uygulamada başarısız olduğunu göstermektedir.

Büyük güçler, özellikle ABD ve bazı Avrupa ülkeleri, sıklıkla İsrail’i dengesiz bir şekilde desteklemiş ve adil bir çözümün önüne engel koymuştur.

Bu, mevcut küresel düzenin genellikle azınlığın çıkarlarına hizmet ettiğini ve küresel adaleti sağlamadığını göstermektedir.

Yani adalet yok ve adil bir dünya ise sadece İsrail için var.

2. Balkanlar: Bosna-Hersek:

1992-1995 yılları arasındaki Bosna Savaşı sırasında, uluslararası düzen soykırımı ve insanlığa karşı işlenen suçları önleyememiştir.

Bunlar arasında, Srebrenitsa Katliamı yer almaktadır; burada 8.000’den fazla Boşnak Müslüman erkek öldürülmüştür.

BM ve uluslararası güçler, bu trajediyi durdurmak için yeterli önlemi almamıştır.

Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTY) savaş suçlarını yargılamak amacıyla kurulmuş olsa da, ağır suçlardan sorumlu birçok kişi yargılanmamış ya da erken tahliye edilmiştir.

Bu durum, mağdurlara karşı adaletin sağlanmadığını göstermektedir.

1995 yılında imzalanan Dayton Anlaşması savaşı sona erdirmiştir, ancak etnik olarak bölünmüş bir siyasi sistem yaratmış olup, kusurlu bir yapı ortaya koymuş ve Bosna vatandaşları için kalıcı ve adil bir barış sağlayamamıştır.

Yani adalet yok, adil dünya sadece bu fikri geliştirenler için söz konusudur.

3. Kosova: Kosova Savaşı (1998-1999):

Kosova Savaşı sırasında, Sırp güçleri, Arnavut sivillere karşı ciddi suçlar işlemiş, kitlesel zorla göç ettirme ve cinayetler gerçekleştirmiştir.

Uluslararası sistem, bu suçları zamanında durdurmada başarısız olmuştur.

Kosova, 2008 yılında bağımsızlığını ilan etmiş olmasına rağmen, tüm ülkeler tarafından tanınmamış ve uluslararası sahnede tam yer edinme konusunda hâlâ zorluklarla karşılaşmaktadır.

Bu, küresel düzenin bağımsızlık ve ulusların haklarını eşit bir şekilde ele alma konusunda yetersiz olduğunu göstermektedir.

BM Güvenlik Konseyi’nin iki daimi üyesi olan Rusya ve Çin, Kosova’nın tam olarak tanınmasını engellemiş ve bu da jeopolitik çıkarların küresel adaleti baltaladığını göstermiştir.

Kosova, henüz nihai olarak tanımlanmamış bir statüyle, BM’nin bir kararı çerçevesinde varlığını sürdürmektedir ve bu belirsizlik içinde büyük riskler taşımaktadır.

Avrupa politikaları Kosova’yı, aslında sanık olması gereken Sırbistan’ın yerine mağdur konumuna getirmiştir!

Balkanlar’daki jeopolitik gelişmeler, yakın geçmişte yaşanan olayların tekrarlanabileceğini göstermektedir ve bu tür gelişmeler hiçbir zaman olumlu sonuçlar doğurmamıştır.

Gazze’deki Kriz ve BM’nin Yetersizliği:


Mart 2025 itibarıyla, İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonlarında 48.000’den fazla kişi öldürülmüştür. BM, uluslararası istikrarı koruyacak bir kurum olmaktan ziyade, bir “müze kurumu” gibi görünmektedir. BM Genel Sekreteri António Guterres, İsrail tarafından “istenmeyen kişi” ilan edilmiştir. BM Genel Kurulu’nun kararları hiçbir bağlayıcı güce sahip değildir, yalnızca göz ardı edilen metinlerden ibarettir. BM Güvenlik Konseyi, zamanın çok ötesinde kalmış ve çözüme ulaşmada başarısız olmuş bir formülasyonun en belirgin örneğini teşkil etmektedir.

İnsani krizlere bakacak olursak, bu durumun ağırlığını Kasım 2024’te yapılan Dünya Ekonomik Forumu raporu ortaya koymaktadır; burada, insani krizlerin son on yılda sıklık ve şiddet açısından arttığı belirtilmiştir.

Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi (UN OCHA) tarafından yapılan tahminlere göre, 2024 yılında 299 milyondan fazla insanın insani yardıma ve korunmaya ihtiyacı olmuştur. Bu sayı önceki yıllara kıyasla büyük bir artışı göstermektedir.

Türkiye Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun , üç yıl önce yaptığı açıklamada “BM, Soğuk Savaş sonrası dönemde büyük insani felaketleri önlemek için somut çözümler sunmayı başaramamış ve ne yazık ki, barış ve güvenliği sağlama konusunda etkili bir rol oynayamamıştır,” ifadelerini kullanmıştı.Bosna-Hersek, Ruanda, Suriye ve Kosova’daki insani trajedilere atıfta bulunarak, Paris’teki bir panelde şöyle demiştir: “Son otuz yılda küresel siyasetteki gelişmeler ve güç dengelerindeki değişimler karşısında, BM artık istikrarı sağlama işlevini yerine getiremez hale gelmiştir.”

“Mevcut yapısıyla Birleşmiş Milletler, ne zayıfın ne mağdurun ne de haklının yanındadır; yalnızca beş daimi üyesinin çıkarlarına hizmet etmektedir. Mevcut yapısıyla BM, zalime karşı sesini yükseltme gücüne sahip değildir,” ifadelerini kullanmıştır. Dünya, tamamen etkisizleşmiş ve zamanın adaletsizliklerine duyarsız kalmış bir kurum tarafından yönetilemez hale gelmektedir. Bu durum sonsuza kadar devam edemez. Nasıl ki yönetimi ve kontrolü kaybolmuş bir evde düzenin yeniden sağlanması gerekiyorsa, dünyada da adaleti tesis etmek için kararlı adımlar atılmalıdır. Aksi takdirde tek seçenek dağılma olacaktır.Eğer dağılma gerçekleşirse, bu durum, savaş olmaksızın daha adil ve güncel bir düzenin kurulmasına yol açmaz.

Dünya savaşın eşiğindedir!

Yukarıda bahsedilen örnekler, uluslararası kurumların köklü reformlara ihtiyaç duyduğunu açıkça göstermektedir.Bu reformlar, BM Güvenlik Konseyi’nin genişletilmesini ve insani krizlere müdahalede daha etkili mekanizmaların oluşturulmasını içermelidir.BM Güvenlik Konseyi’nin felç olmuş durumu, beş daimi üyenin veto hakkını kötüye kullanması nedeniyle anlamlı eylemlerin sık sık engellendiğini göstermektedir. Sonuç olarak, birçok devlet ve devlet dışı aktör, mevcut uluslararası düzenden giderek daha fazla hayal kırıklığı duymaktadır.

Eğer mevcut uluslararası mekanizmayı kusursuz kabul edecek olursak, o zaman milletlerin kaderi ve taleplerinin yalnızca beş devletin elinde olması gerektiğini mi düşünüyoruz? Bu sorunlarla başa çıkmak için kapsamlı reformlara ihtiyaç duyulmaktadır.

BM Güvenlik Konseyi genişletilmeli, Afrika, Latin Amerika, Asya ve İslam İş birliği Teşkilatı’ndan daha fazla temsilci sürece dahil edilmelidir. Ayrıca, veto sisteminin yeniden gözden geçirilerek kötüye kullanımının önüne geçilmesi gerekmektedir.

Saygıdeğer Katılımcılar!

Günümüzdeki en acil sorunlardan biri, uluslararası kurumlarda karar alma süreçlerinin adil temsil eksikliği ve birçok devletin ve halkın dışlanmasıdır. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi kurumların karar alma süreçleri de sık sık eleştirilmekte ve birkaç güçlü ülke tarafından yönetildiği için, alınan kararlar bazen eşitsizlikleri azaltmak yerine daha da derinleştirmektedir.

Büyük İslam alimi Gazali’nin şu uyarısı bu noktada çok anlamlıdır: “Güç adalet olmadan zulümdür ve adalet güç olmadan sadece bir yanılsamadır.” Bu ifade, gücün az sayıdaki insanın elinde, herhangi bir denetim ve denge mekanizması olmadan yoğunlaşmasının ne kadar tehlikeli olduğunu gözler önüne sermektedir. Aynı zamanda, sesi duyulmayan veya dikkate alınmayan bir adalet de hiçbir anlam ifade etmez.

Karar alma süreçlerinin reformunda temel bir husus, devletlerin ve halkların adil temsil edilmesi ve yerel topluluklar ile bölgesel organların doğrudan etkileyen kararlarda söz hakkına sahip olmasıdır. Bu, yönetişim yapılarına daha fazla meşruiyet ve etkinlik kazandıracaktır.

Krizin ana nedeni, kriz üreticilerinin coğrafyasının Birinci Dünya Savaşı sınırlarına dönme arzusudur. Kısmen de bu gerçekleşmiştir. Temel sorun bu haritada Osmanlı’nın yok oluşu ve Osmanlı’dan kalan coğrafyanın doldurulamamasıdır. Boşnaklar, Arnavutlar bunu yapamadılar ve Türkler ise gelişmelere sessiz kalmakta ve Osmanlı siyasi sınırlarına dönmekten korkmaktadır. Yenidünyanın çatışma alanı ve savaşın gerçekleşeceği, ardından da haritanın yeniden oluşmasına katkı sunacak daralma buradadır. Bunu sömürge ülkeleri yani krizin patronları gerçekleştirecektir.

Türkiye’nin Yeni Küresel Düzen İçindeki Rolü

Çok taraflılığın krizi ve mevcut uluslararası sistemin eşitsizlikleri nedeniyle şekillenen yeni çok kutuplu küresel düzende, orta ölçekli güçler giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Türkiye, bölgesel bir güç olmaktan çıkarak küresel süper güçlerden biri haline gelen en önemli örneklerden biridir. Bunu, bağımsız dış politikası, aktif diplomasisi ve yumuşak gücünü stratejik bir şekilde kullanarak başarmıştır. Avrupa, Asya ve Orta Doğu’yu birbirine bağlayan jeostratejik konumu, Türkiye’ye uluslararası sahnede önemli bir avantaj sağlamaktadır.

Son yıllarda, Türkiye dış politikasında daha bağımsız bir yaklaşım benimsemiş, geleneksel NATO müttefiklerini zaman zaman zorlayarak Çin, Rusya ve Orta Asya ülkeleriyle iş birliğini genişletmiştir. Bu strateji, Türkiye’nin Ukrayna’daki savaş, Orta Doğu’daki gerilimler ve Kafkasya’daki çatışmalar gibi çeşitli krizlerde kilit bir arabulucu olarak konumlanmasına olanak tanımıştır. Diplomasisinin bir diğer önemli yönü de bölgesel ve küresel ölçeklerde etki yaratabilme kapasitesidir. Ankara, Balkanlar, Afrika, Güneydoğu Asya ve Kafkasya’da etkisini artırarak kapsayıcı ve çok yönlü bir diplomasi modeli teşvik etmiştir. Ayrıca, Türkiye, tarihi, kültürel ve dini bağlarının bulunduğu ülkelerle siyasi entegrasyon ve ekonomik iş birliğini güçlendirmek için yumuşak gücünü kullanmıştır.

Tek taraflı büyük güçlerin hâkimiyetinden uzaklaşan yeni bir dünya düzeninde, Türkiye modeli, devletlerin diplomasiyi, ekonomiyi ve yumuşak gücü nasıl kullanarak etkilerini artırabileceklerini ve küresel dengelerin şekillendirilmesine aktif olarak nasıl katkı sağlayabileceklerini gösteren bir örnek teşkil etmektedir. Bu eğilim, yeni süper güçlerin artık sadece çevresel aktörler olmadığını, aksine daha merkezi roller üstlendiklerini ve küresel sistemin daha ademi merkeziyetçi ve çok kutuplu bir yapıya doğru evrildiğini göstermektedir.

Türkiye, uluslararası arenada giderek daha fazla sesi duyulan bir aktör olarak, bölgesel ve küresel istikrar açısından önemli bir güç haline gelmiştir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, uluslararası kurumların özellikle de BM’nin reform ihtiyacını bir felsefe olarak benimsemiş ve zamanın gereklilikleri doğrultusunda kurumların yeniden yapılandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Özellikle BM Güvenlik Konseyi’ne yönelik olarak “Dünya beşten büyüktür” sözü, konseyin daimi üyeleri olan ABD, Rusya, Çin, Fransa ve Birleşik Krallık’a bir gönderme yapmaktadır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 2024 yılının Eylül ayında BM Genel Kurulu’nun 79. oturumunun açılışında yaptığı konuşma, küresel yönetim sisteminin adaletsizlikleri ve işlevselliğinin yetersizliği konusundaki kararlı duruşunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. “Gazze’de yalnızca çocuklar ölmüyor, aynı zamanda Birleşmiş Milletler sistemi de çöküyor” ifadesiyle, BM’nin yaşadığı krizi vurgulamıştır. “Gazze’de ve işgal altındaki Batı Şeria’da öldürülenler insan değil mi? Filistin’deki çocukların hakları yok mu?” diyerek uluslararası toplumu harekete geçmeye çağırmıştır.

Türkiye’nin ve özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM Güvenlik Konseyi’nin üyelik ve oylama süreçlerine ilişkin reform çabaları, BM’nin asli sorumluluğu olan uluslararası barış ve güvenliği sağlama görevinde yaşadığı başarısızlığı gözler önüne sermektedir. “Dünya beşten büyüktür” ifadesi, bir meydan okuma olarak değil, aksine küresel yönetişim sisteminin çökmekte olduğu gerçeğinin altını çizen bir hatırlatma olarak görülmelidir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu çağrısı, üçüncü bir dünya savaşının kaçınılmaz hale gelmesini önlemek için acil bir reform ihtiyacının avangard sesi olarak değerlendirilmelidir.

Saygıdeğer Katılımcılar!

Son olarak şunu vurgulamak isterim ki, daha adil bir dünya inşa etmek, ulusal sınırları, kültürel farklılıkları ve tarihsel yaraları aşan kolektif bir çaba gerektirir. Bu süreç, siyasi, sosyal, kültürel ve teknolojik zorlukları bütünleşik bir şekilde ele alan kapsayıcı bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. İnsan onurunu merkezine alan ilkeleri benimseyerek ve kapsayıcı karar alma süreçlerini teşvik ederek, daha adil ve daha insancıl bir dünya inşa etme yolunda ilerleyebiliriz. Adalet sadece bir kavram değil, aynı zamanda ortak bir çaba gerektiren bir eylemdir.

Konuşmamın sonunda uluslararası ilişkiler tarihine retrospektif bir bakış açısıyla değinmek istiyorum. Arnavutluk, 1955 yılından beri üyesi olduğu BM’de, Çin’in de tam üye olarak kabul edilmesini ilk kez 1963 yılında önermiştir. Arnavutluk, o tarihten itibaren bu süreci sürekli olarak desteklemiş ve hukuki-diplomatik teknikler açısından bir başarı elde etmek için mücadele etmiştir. Nihayetinde, BM Genel Kurulu’nun 25 Ekim 1971’de yapılan 26. oturumunda, Çin’in BM’ye tam üye olarak kabul edilmesine ilişkin karar kabul edilmiştir. Bu oylamada, karar 76 lehte, 35 aleyhte ve 17 çekimser oyla onaylanmıştır. Ancak bu, Arnavutluk’un sunduğu ilk öneri değildir, önceki yıllarda toplam sekiz benzer öneri getirmiştir. Burada önemli olan, BM kuralları ve prosedürlerine uygun olarak gerekli üçte iki çoğunluğun sağlanması ve böylece kararın yürürlüğe girmesidir.

Bu bağlamda, stratejik ortaklık ilişkileri çerçevesinde, Arnavutluk yetkilileri ve diplomasisinin benzer bir diplomatik girişim yaparak Türkiye’nin yeni küresel düzende bir küresel güç olarak statüsünü desteklemelerini öneriyorum.

Unutulmamalıdır ki, hiçbir ülke veya grup, tek başına daha adil bir dünya inşa edemez. Bu, ortak bir çaba gerektirir. Daha adil bir dünya kurmak imkânsız bir hayal değildir. Bu, yalnızca ortak çabalar gerektiren bir süreçtir. Bu sürecin içinde, uluslararası kurumlarda reform yapılması, sivil toplumun güçlendirilmesi ve küresel yönetişimin daha kapsayıcı hale getirilmesi gerekmektedir.

Nelson Mandela’nın dediği gibi: “Dünya, herkes özgür ve eşit olana kadar adil olmayacaktır.” Adalet sadece bir kavram değildir, aynı zamanda ortak bir çaba gerektiren bir eylemdir. O halde bugün başlamalıyız, çünkü yarın çok geç olabilir.”

Read Previous

Arnavutluk’ta “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” paneli düzenlendi

Read Next

Hırvatistan’dan Türkiye’nin AB üyelik sürecine destek