Fıkra anlatmayalı ne kadar oldu? Çok güzel eski bir fıkra geldi aklıma, paylaşayım dedim.
Bizim Muyo Amerika’ya gitmiş, ne yapacak ne edecek, bir geçim sıkıntısı bir de memleket hasreti bir araya gelince bir köfteci dükkânı açmaya karar vermiş. Saraybosna’nın köftesi meşhur malum, somun dediğimiz pidemsi bir şeyle servis edilir, hadi onu da bir şekilde taklit etmiş, ismini duyurmuş, evlere işyerlerine dağıtım derken birkaç sene içinde baya toparlanmış, birkaç yer açmış. Bu arada arkadaşı Sulyo Bosna’dan gelmiş; işsiz, düzensiz, ne kadar çalışsa da toparlanamıyor. Doğrudan Muyo’ya: “Sen, Muyo kardeşim, güzel toparlandın, maşallah, bana da bir miktar borç verirsen, ben de bir börekçi açayım, senin gibi toparlanıp rahat nefes alayım” demesin mi! Muyo dinliyor, kafasını sallıyor: “Sulyo, kardeşim, memnuniyetle yardım edecektim, biliyorsun, çocukluk arkadaşım, sokak arkadaşım, kankamsın… fakat… sen bu liberal ekonomi kurallarından pek anlamıyorsun, burada kurallar var. Yani, rekabet yasak.” “Ne rekabeti, köfteci açacağım demedim ki” diyor Sulyo. Muyo da cevap veriyor: “Yok ya, o sorun değil. Yan tarafta gördüğün gibi banka var. İşte iyi komşuluk hakkı, onların köftecilik yapmadıkları gibi ben de borç para veremem.”
Yaşadığımız toplumlarda herkesin bir şeye monopolu var gibi. Anlıyorum, bu para mara getiren, sanayi, bankacılık, büyük sermayelerin döndüğü sektörlerde rekabet kuralları, monopol falan. Herkesin de kendi işini yapmasını doğru buluyorum. Ama kültür ve sanat işlerinde monopolu bir türlü anlamıyorum. Hem de kültür ve sanat dünyasında ideoloji üzerinde kurulmuş grupların bir alanda, bir dalda monopol sahibi olmalarını bir türlü kabul edemiyorum. Kime ne benim bir şeyin kabul edip etmemesine… Yine de yazayım, içimi çürütmesin.
Geçenlerde Semih Kaplanoğlu en iyi yönetmen ödülüne layık görüldüğünde (hâlbuki bir festival mi lazım bize Semih Kaplanoğlu’nun sadece Türkiye’de değil, dünyada en iyi yönetmenlerden biri olduğunu kanıtlamak için) Berlin, Cannes veya diğer prestijli film festivallerinde ismini duymadığımız (cehaletimi affedin, belki kulağım sağır ama gerçekten duymamıştım bu etkinlikteki sunucunun ismini) sunucu Kaplanoğlu’nun elini havada bırakmış. Demek, bu yönetmen dindardır, namazında niyazında (bu da kimseyi ilgilendirmez, kendi hayatını kendisi yaşıyor, karşı tarafına hayat tarzını kabul ettirmiyor ki) madem öyle, sanatçılar arasında yeri yok. Tayfasından olmayan biri kendisine el uzatmaz. Kişiliğini, sanatını, bilgi birikimini kabul etmez. Bu şekilde “sen bizimle oynayamazsın” diyen çocuk gibi. Bu sen bizimle oynayamazsın diyenler büyüyünce ya monopol, ya da kartellerde önde gelenler oluyor.
Aklıma öğrencilik yıllarımdan bir hatıra geldi. Bir komünist (dönemin devlet politikası) yetkilisinin kızı olan okul arkadaşım “Bana sorarlarsa, siz dindarlara üniversitede okumayı müsaade etmezdim, olsa olsa İlahiyat okuyabilirdiniz” demişti. Ben de şaşkın bakmış, hemen saf bir şekilde nedenini sormuştum. “Madem inançlısınız, sizden bilim adamı olmaz, ufuklarınız inançlarınızla sınırlı.” Hayatta kimseye karşı önyargılı olmamak gibi kurallarla donatılmış biri olarak, kariyerim boyunca tezinin doğru olup olmadığını kanıtlamaya çalıştım. Hayatımla. Neyse. Sanki ilim, sanat, kültür bir ağaçmış, biz ise itler. Yaşadığımız ilkelere göre alanımızı belirtiyormuşuz.
Ne yazık ki kendilerini ufukları açık olarak tanıtanlar önyargılarının ötesine geçemiyorlar. Veya inançlıların alanları arasında sadece ilahiyat, din, diyanet gibi konulardan rahatsız olmuyorlar. Sanatta ise geleneksel sanatlar. Hat, tezhip. Müzikte ilahi ötesine geçmesinler. Hem de ne kadar amatörce olursa, o kadar hoş görülür. Çünkü eşşek hoşaftan, dindar, yobaz, inançlı estetikten ne anlar? Burada ötekileştirme yapanların payı olduğu kadar ötekileştirilenin de payı var. Bizde, hatta bizim kuşakta bile, muhafazakâr bir aile çocuğu, hele de kız çocuğu söz konusu olsaydı asla ve asla sahne sanatları, konservatuar veya güzel sanatlarda okutulmazdı. Günah. Günaha girer. Annemin kuşağında ise bir kızı düz liseye yazdırmak gavarlaşmasını teşvik etmek gibi algılanıyordu. Toplumlarımızdaki gönüllü din bekçileri bu muhafazakâr kesiminde sanat ve kültür alanlarında kimin nereye sapacağına dikkat ederken, ticarette, sanayide kimin kimi kandıracağına pek dikkat etmemişler. Hele de işçinin hakkına özel sektördekiler. Devlet sektöründe ise rüşvete, nepotizme, yetersizliğe de göz yumulurdu. Sadece bizden kimse dinden çıkmasın, sanata gitmesin… Mahalle karıları: Falanın kızı şarkıcı olmuş, müzisyen olmuş veya maazallah oyuncu olmuş diye anlatırken kafalarını sallıyordu. Yüz ifadelerinden, kendisini sanata vermiş bir Müslümanın doğrudan cehenneme bilet kestiklerini okunuyordu. Hani hesap günü, hani af, hani şefaat? Yok canım, hemen yakıyorlardı. Bugün bile “Bu hatun aktris, o senin arkadaşın nasıl olabilir?” veya “Camide ne işi var bunun!” gibi yorumlarla karşılaşıyorum. Sanki namaz kılan, camiye giden inançlı biri sahne sanatçısı, şarkıcı, müzisyen olamaz! Madem bu muhafazakar kesimin geniş kitleleri ötekileştirmeye başlamış, seküler kesimin geniş kitleleri neden olduğu gibi kabul etmesin!? Ama ben geniş kitleleri, avamı konuşmak istemedim.
Peki ya bu her iki kesimin önde gelenleri? Maalesef, bu inançlılar için belirlenmiş alanda sanat icra edilirken rahatsız olmuyorlar. Burnundan okunan ilahilere, beyaz sakallı dedenin rüyaya gelip nasihat vermesine, zerre kadar estetik tarafı olmayan, “İslami” dedikleri dizi, film, roman gibi kültür ve sanat ürünlerine itiraz eden yok. Sanat eserinin dokusuna zarar veren ideolojik serpmelere rağmen, itiraz eden yok. Ne laiklerden ne de muhafazakârlardan. Gerçek değerleri savunacak kimse de yok. İdeolojiden arınmış eserin niteliğine bakarak değerleri savunacak nadir kafa kaldıran bireyler hariç kimse bir şey söylemiyor.
Fakat Semih Kaplanoğlu gibi biri ortaya çıkınca, ötekileştiriliyor. İslami değerlerini sokağa atmamış diye. Kutlu olanları indirgememiş diye. Hikâye havada kalmış bir elden, havada kalmış bir evden bile büyük.
Şahsen Müslümanım. İslami değerleri savunuyorum, savunmaya çalışıyorum. Kültür ve sanat da savunduğum şeyler arasında. Dolayısıyla bu genel kitlelerce itiraz konusu olmayan kiç (veya daha iyimser olayım, vasat diyeyim) dindar kesimin sanat ürünlerini savunamam. Bana hitap etmiyor, sanatın, edebiyatın, romanın ne olduğunu biliyorum. Edebiyat tarihçisi olarak da (madem alanım Osmanlı dönemi) dindar olarak yaşamış yazar, şair, bestekârların eserlerinin vasat olmadığını biliyorum. Vasatlık hayat tarzından, inancından, mezhep veya tarikatından veya zendekasından, ilhadından kaynaklanan bir şey değil, bireyin yetenek zaafından kaynaklanan bir şey. Bir de bizim, ister inançlı ister inançsız sanatkâr ve sanatseverlerin faaliyet gösterecekleri alanları idrarıyla belirleyen it olduğuna katlanmak istemiyorum. Vasat olmadık, vasat değildik, bundan sonra da vasatlığı kabul etmiyorum.