Bosna’da, halk arasında bu bayrama Kurban Bayramı anlamında “Kurban-bajram” veya Hacı Bayramı anlamında “Hadžijski/Hadžilarski bajram” denir. Öyle öğrendik çocukluğumuzda. Dolayısıyla hacılık algısını yazmak istiyorum. Algı diyorum, çünkü henüz tecrübe etmedim, edemedim. Davet gelmemiş galiba, ben de davet için pek uğraşmamışım demek. Hem uğraşmak için tembeldim, hem de davetlerde seçiciyim: Gelsin diye dua ediyorum, fakat İbrahim Hazretleri’nden gelsin. Yani, gideyim, mebrur olayım, iyileşmiş vaziyette döneyim, temizlenmiş olarak dünyada bir şey yapayım. Neyse.
Çocukluğuma dönüyorum. Orası hayatımın en sıcak, en güvenli köşesi. Hırvatistan’dan yeni dönmüşüm, ağır bir Zagorje aksanıyla konuşuyorum. Doğrusu, düzenli cümleleri yeni yeni kurmaya başlıyorum. Evde bir kalabalık, bir heyecan. Bayram yeni geçmiş sayılır, annem tekrar yaş pastaları baklavaları yaptı, hadi börekler, köfteler, yemekler; anlıyorum, eve her gelen misafirlere yemek ikram edilir, fakat baklava ile yaş pasta bir araya gelince olağanüstü bir durum var demektir. Annemin yeğenleri, onların çocukları, eşleri de evde. Yeğenleri diyorum, çünkü akrabalık derecesi odur. Fakat annem küçük yaşta yetim kaldığı için ağabeylerinin çocuklarıyla birlikte büyüdü. Aralarında yaş farkı da pek yok.
Rahmetli Safeta teyze (dayımın en büyük gelini, fakat ona hep teyze diye hitap ediyordum) kuru et-peynir-kaşar tabaklarını getirirdi. Amerikan salatası da vardı gibime geliyor. Bildiniz işte, dayım hacdan geliyor, hepimiz onu karşılamak için buradayız, yol uzundu, yani altmışların sonunda tren-vapur-otobüslerle hacca gidilirdi. Rahmetli babam ve dayımın en büyük oğlu Fahro evin içine valizleri getiriyorlar. Karton mu, ahşap mı, hayatımda gördüğüm en sırlı valizler. Bir de şişeler. Allah’ım, bu şişelerde ne var ki o kadar önemli. Bir poşette hurmalar. Hepimize birer tane veriliyor. Annem eve getirilmiş yeni Kur’an tasını (üstünde ayetlerin yazılı olduğu kâse) ve maşrapa dedikleri üstünde Arap harfleriyle yazılmış bir-iki bardağımsı şeyi yıkıyor, normal sapsız kahve fincanlarına benzeyen ‘çabenski fincan’ dedikleri, valizden yeni çıkarılmış fincanları da… Şişelerden bir parmak kadar dolduruyorlar, besmele çekerek, salavat getirerek içiyorlar. Kimisin gözünden yaşlar, kimisinin göğsünden uzun ahlar. Bir heyecan, ben de üç buçuk yaşında bir kız, şu anlık esaretinden kurtulamıyorum. Hâlâ ne olup bittiğini anlayamıyorum. Biz çocuklar da valizlerden bizim için ne çıkacağını bekliyoruz, illa ki uzun yoldan gelen herkese bir hediye getirmeli… Bu yazılmamış bir kural.
Bize de o şişelerdeki sulardan içiriyorlar, hadi canım, iç, besmele ile dua et, bunu içtikten sonra artık yalan söylemek yok, çarpılırsın diyor Safeta teyzem. Bazı akraba veya ebeveynlerimin arkadaşlarının toplantılarında şişelerden başka bir suya benzeyen sıvı içiliyordu, daha doğrusu davetlere gittiğimizde içiliyordu, işte biz çocuklara o sudan vermezlerdi, babam bile içmezdi hatta kaşlarını çatarak içenlere bakıyordu, annem ise görmezden geliyordu. Bu farklı bir şey olsa gerek, babam da içti, annem de, bize de içiriyorlar, hem de pis kokusu yok bu Zemzem adındaki sıvının. Fakat orada düşündürücü bir şey var; içsem, artık yalan söylemek yok, yemek yememek için bahane yok, oyun arkadaşımı kandırmak yok, bunu içtikten sonra en ufak, en zararsız yalandan burnum Pinokyo’nun burnuna dönüşür, nezle olunca çooook ama çooook çirkin olurum, hayatımı mahveder… Yalansız hayat başlamalı demek. Annem ablama kahve tepsisini veriyor, ablam da ilgisiz bir şekilde ikram ediyor, ben yandan bakıyorum, kendisi içer mi o sudan… Çünkü benden çooook daha iyi yalan söylüyor, inandırıcı oluyor. Bir de aramızda bir anlaşma vardı: Annem bana bir şey yedirmek istediğinde, yemezsem, söylemesin diye ona harçlıktan bir miktar para veriyorum, kendisi yiyor, anneme benim yiyip bitirdiğimi söylüyor. Ablamın yalanlarına da son verirlerse yandık. Kendisi yanmadı, ben yandım. Dayım ablama işlenmiş bir namaz bezini veriyor, bana ve torunlarına ise bizi bambaşka bir dünyaya götürecek birer oyuncağı: Televizyon diyorduk. Nasıl yani? Fotoğraf makinesine, daha doğrusu dürbüne benziyor, gözlerine yaklaştırırsan uzak ve cazip mekanları görüyorsun. Mekke, Kâbe, tavaf görüntüleri, Hazreti Peygamberimizin Camiini, Hacerü’l-esved’i de… Benimki kırmızı, Ado ve Mirso’nunki mavi. Bu şekilde, “dürbünümden” bakarak bir şekilde kutlu mekânlarda bulunuyorum. Oradan hep onun zamanıyla özdeşleşmeyi sevdiğim Fatıma hazretleri, babasının elinden tutarak geçiyor olmalı.
Orası Mekke’nin çarşısı. Ben de aynı şekilde babamın elinden tutarak bizim Çarşı meydanından geçiyorum. Bir de onun babası Peygamber. Benimki ise sadece okul müdürü. Bir kere dayım, Mekkelilerin Peygamberimizi azarladıklarını, Fatıma’nın da onu küçük kız olmasına rağmen koruduğunu anlattı. Şükür, benim babamı azarlayan yoktur, ama olsa ben de Fatıma gibi babamı savunurum. En iyisi, hiç olmasın. Ağırıma gelir.
Gözlerimi dürbünden ayrılıp dayıma baktım: Başında fes üzerine sarılı hacı sarığı vardı. Hacdan gelindiğinde, bir de bayramlarda sarardı. Yani, statüsünü belirten bir detay, özel durumlarda kendisinin de özel olmasının göstergesi. Babamın parlak-siyah takım elbisesi gibi. Özel günler için. Annemin uzun ipek elbisesi gibi. Evin içindeki buhurdandan güzel bir koku geliyordu. Dayım İstanbul, Kahire, Mekke, Medine şehirleri, orada gördüklerini, hissettiklerini anlatıyordu. Kuzenlerle oyun oynamak artık eski tadını vermiyordu o gece. Oyunda biraz dövüşüyorsun, biraz karşındakini kandırıyorsun, biraz da yalan söylüyorsun. Zemzem içtikten sonra hepsi yasak. Bitti bu hayat işte…
Hacdan getirilen hurma çekirdekleri bile makbuldü, atılmazdı.
İlerii yıllarda başkalarının Hac tebrikine annemlerle giderdik. Zemzem suyu bana içirildiğinde hep aynı ürpertiyi hissediyordum.
Ben liseli iken annemle rahmetli babam Hacca gitmişler. Annemin Tosbağa modeli arabasıyla.
Babamın o hacı sarığı yoktu. Zaman değişti. Onların zaten yalanla dolanla araları yoktu, geldiklerinde kimse Zemzem içip içmediğime dikkat etmiyordu. İkisi de kendilerine “Hacı” diye hitap edilmesine karşıydı, hani bu Allah’ın emri, kimse bize şehadet getirdiklerimiz için şahit demiyor, namaz kıldığımız için mütteki diye hitap etmiyor, saim de demiyor, zekat verici de demiyor. Allah kabul etsin deyip geçmek lazımdı anneme göre. Tek istisna eniştemdi. Babama “Hacı”, anneme ise “Hacı hanım” diye hitap ediyordu. Baba veya anne demesi yapay geliyordu, eniştem isteseydi de annemle babam kabul etmezdi. Eniştemin hitap patentini yıllar sonra eşim devraldı.
Eskiden, Hacca gidiş tövbenin de göstergesiydi. Hacı olduktan sonra günaha girmek, yalan söylemek, birini kandırmak asla yok. Zemzem suyunu kaynağından içtin mi, bitmeliydi. Hatta Hacca gitmeden o “pis kokulu sıvıyı” içmiş olanlar onu ağızlarına sürmez oluyorlardı artık. Kirlenmek istemiyorlardı. “Hacılığımı bozmak istemiyorum” deyip her türlü günahtan, hatadan sakınıyorlardı. Hac da, hacılık da makbuldü çünkü.
Mebrur ola! Kalbimizin sesi Lebbeyk diye evrende yankılasın… Bize de nasip olsun. Hac da, tertemiz dönmek de. Çocukluğumda, ilk hatıralarımdaki Zemzem içtikten sonra hayat algılarım kadar temiz. Hacca tekrar gitmek gereksiz olsun. Bir daha kimseye en zararsız yalan söylemeden. Kimsenin gönlünü kırmadan. Madem…
Yunus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür