Magazin sitelerinde Arap ülkeleri başta olmak üzere, farklı farklı ülkelerden izledikleri dizinin mekanlarını görmeye gelen seyircilere, dizi hayranlarına gülüyordum. Meğerse yeni bir turizm türü belirlenmiş; bunlar ne dini turizm çerçevesinde mabetlere gider, ne alışverişe gider, ne tarihi eserleri görmeye ne de bir mutfağı keşfetmeye giderler. Buralara gidilse de asıl hedef hayran oldukları dizilerin mekanlarını görmektir. Bir şekilde Türkiye’deki bazı şehirlere gelir sağlıyorlar desem, buna sevinebilirim. Bu kurgu peşine takılanlar sayesinde bölge halkı üç beş lira elde eder. Ama dizi mekanlarını ziyaret edenleri bir türlü anlayamazdım. Büyük konuşmamak lazımmış, güldüğüm benim de başıma geldi.
Söz konusu bir dizi değil bu sefer. Aida Begiç – Zupçeviç’in ‘Bırakma Beni’ filminin galasından ayrılırken, eşimle 1 Mayıs tatilinde bir yere gidelim diye düşündük. Dört gün izin, iki gün de yıllık izinden ilave ederiz dedik. Eve girdiğimizde üstümüzü değiştirmeden bilgisayar başına oturduk. Beş dakika sonra Urfa biletleri ve otel rezervasyonu hazırdı. Başlangıçta, bir filmden etkilenerek onun çekildiği yere gitme arzusuyla komik gözükmemek için birbirimize bir iki farklı seçenek sunduk. Halbuki sinemadan çıktığımız zaman bir an önce Urfa’yı görmek istediğimizi biliyorduk. Filmi izlemeden de Urfa’nın tarihi hakkında, mimarisi hakkında birkaç bilgimiz vardı. Din(ler) tarihi, medeniyet tarihi açısından önemini biliyorduk. Bir iki belgesel de izlemişizdir. Ancak izlemiş olduğumuz kurgu film sayesinde, beş yüz bin Suriyeli sığınmacıyı ağırlayan Şanlıurfa’nın zamanımızın Medine’si olduğunu hatırlamış olduk.
Etkileyici samimiyet ve insanlık gösterilmiş filmde. Yetim ve öksüz kalan kimsesiz çocukların hikayesi işte. Alın yazısı birbirine benzeyen Suriyeli ve yerli kimsesiz çocuklar. Dilencilik yapmayacak kadar gururlu. Sadece Begiç’in filminde değil, Urfa sokaklarında da aynısını görebilirsiniz: Bir veya iki liraya kağıt peçete, tespih, anahtarlık satıyorlar. (Tartayım abla sözünü duyduğumda duymazlıktan geliyorum haliyle, bende bir tartı korkusu var, tartıldıktan sonra da bir nevi utanç, hani, gören oldu mu diye.) Çay bahçelerinde “Sana türkü söyleyeyim abla” diye masamızın yanına yaklaşan çocuklar. Söyleme, gerek yok, alsana bir simit diyorum… Kabul etmiyor, yanımıza dikilip türkü söylüyor. Kağıt mendil parasını verip de mendil paketini almasan, gözlerinde hüzün beliriyor.
Aldıkları her şeyi hak etmek istiyor bu çocuklar. Hak etmedikleri tek şey başlarına gelen savaş… Evsiz, köksüz, vatansız bırakıldı bu çocuklar. Ellerinde olsa, ümitsiz de bırakırdı bu zalimler. Savaşta ebeveynlerini kaybetmiş çocuklar, anne ve babalarına en çok ihtiyaçları olduğu dönemde kimsesiz kaldı. Fakat, Begiç’in “Bırakma Beni” filminde gösterdiği gibi, biri kimsesiz kalabilir, ebeveynsiz kalabilir, evsiz barksız da kalabilir, ama Suriyeli çocuklar sahipsiz değildi. Dün aileleri, oyuncakları, okulları, akraba ve arkadaşları vardı bu çocukların. Mahallede dedelerinin toplumdaki yerini biliyorlardı. Her şey bir anda, birinin hırsıyla kayboluverdi. Oluyor böyle şeyler.
Bosna Savaşı sırasında yurtdışına giden tanıdıklar mülteci olduklarından dolayı hor görüldüklerini anlatıyordu. Yine de yetişkin bir insan kendi gururu için, kendisini savunmak, değerini ispatlatmak için mücadele edebiliyor. Kendisini koruyabiliyor. Ya çocuklar? Begiç’in filmindeki çocuklar kimsesiz kalmasına rağmen, sahipsiz değil. Onları kucaklamış, kabul etmiş bir toplum var. Bu çocuklara okuma, yetiştirme, yaşama, bir gün dünyaya yararlı bir insan, bir emekçi, bir bilim adamı olma imkanını sağlayan bir ülke ve o ülkenin insanları var. Bu çocuklara sahip çıkacak birileri var. Yeryüzünde fitne çıkaranlara karşı, bunlar yetim ve öksüz çocuklara, mağdurlara, güçsüzlere sahip çıkıyor. Dile kolay bu, dile kolay derim.
Ülkemize de Afganistan’dan, Suriye’den, Pakistan’dan birkaç bin mülteci geldiğinde, sivil toplum örgütleri, devlet erkanı, medya ve sosyal medya nöbetçileri ayağa kalktı. Kimi İslam’dan, kimi terörizmden, kimi de başka bir sebepten korkup itiraz etmiş birkaç bin insanın gelmesine. Ya üç-beş milyon olsaydı? Sağlık sigortası, eğitim imkanları, yatacak yerleri… Bir daha Urfa’yı, Kilis’i, Ankara’yı, kısacası Türkiye’yi zamanımızın Medine’si, insanlarını da zamanımızın Ensarları olarak düşündüm. Bir daha zamanımızın Kerbela’sını düşündüm. Din, dil, ırk ayırmaksızın zalimler her yerde ve tarihin her anında aynı, mağdurlar ve mazlumlar da aynı. Her daim Yezidler de, Hüseyinler de meydanda. Her daim kibirli putperest Mekkeliler ve hoşgörülü, yardımsever Ensarlar var. Dünyanın dengesi bu…
Aida Begiç’in filmi sayesinde bir daha insanlığın önünde hayran kaldım. Bu sadece duygularımı uyandıran bir sebep. Türklerin misafirperverliklerine, insanlıklarına içtenlikle ithaf edilmiş, beyaz perdeye aktarılmış bir methiye. Hele de Türkiye’yi kötüleme modası zirvede olduğu bir anda! Her daim mazlumun yanında, ona sahip çıkan kimsesizlerin kimsesi olan insanlar var dünyada. Türkiye’yi, Türkiye halkını seven, insanları ve insanlığı takdir eden biri olarak gururluyum. İyi ki varsın Türkiye, iyi ki varsınız Türkiye vatandaşları, iyi ki varsınız iyi insanlar, iyi ki varsın Aida!