Geçen hafta Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül ile birlikte Üsküp’e gelen ve aslen Kalkandelenli olan TVNET sunucusu Hilal Güven Özbey Gerçek Hayat Dergisi için Üsküp dosyası hazırladı. Özbey’in Üsküp izlenimlerini aktardığı “Kaybolan şehir sizi çağırıyor” başlıklı yazısını siz değerli okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.
“Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene/ Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.” Böyle diyordu şair, biliyordum. Biliyordum ama unutuyordum. Aslında unutmuyordum da zamanla normalleşmişti işte her şey. ‘Balkanlar’ bir hatıra değildi, hayatın normal akışından bağımsız bir mesele değildi benim için. Çünkü Balkan Türklerinin evleri coğrafya aşırıdır, sınırları uzar, uzanır, memleketlerine ulaşır her an. Uzak bir şehir, bir memleket ne kadar bir evin içine sığabilirse o kadar sığar evlere Rumeli. Çocukluğumuzdan bu yana, tüm hayatımızı kuşatan bizim ev gibi o uzak topraklar.
Uzak memleket bağı, bir bilinçli inşa faaliyeti değildir bizler için. Bazen babaannenin dokuduğu eski bir kilim olur, bazen anneannenin tüm varlık imkânını geride bırakan, yokluğa savrulan göç hikâyesidir memleket. Memleket bir hatıra değil, yaşamın kendisidir. Babaların cümle arasında yerleştirdiği çok dilli kelimeler, bir kızın kına gecesidir. Üsküp’ün, Kalkandelen’in, Prizren’in sokaklarıyla birleşir İstanbul’un sokakları. Bazen bir iftar sofrasında gelir bulur memleket sizi.
Bir iftar sofrasında memleket yine karşıladı bizi. Ama bu kez bizatihi Üsküp’te. Biz Üsküp’e adım atar atmaz neredeyse, koca şehir, devasa bir hafıza kesildi. ‘Biz’i, Türk olmanın yüz yıllık anlamını, ulusal aidiyetlerin ötesini, Türkiye’nin, Türkiyeliliğin ne demek olduğunu hatırlattı. Üsküp’te Yahya Kemal’in ayrılık hüznüne, bir tuhaf mesuliyet duygusu ilave ettik.
Üsküp’ün tepesinde Haç, gökyüzünde Hilal
Üsküp’ün ortasından bir nehir, Vardar geçer. Vardar Üsküp için adeta sosyal, kültürel, dini bir sınır hattı. Şehrin mütevazı ama derinlikli tarafıyla, abartılı ama ‘olmamış’ tarafını ayırıyor keskince. Vardar Nehri ayırsa da tarihi Taş Köprü soğukla sıcağı inatla birbirine bağlıyor. Bu aslında zoraki bir biraradalık hikâyesi. Vardar’ın bir yakasında Arnavutlar ve Müslümanlar, diğer tarafta Ortodoks Hıristiyan Makedonlar yaşıyor. Keskin ayrım 2010’dan bu yana kendini kent siluetinde de açık ediyor. Vardar Nehri’nin üstündeki Taş Köprü’nün tam ortasında durup çekeceğiniz bir panoramik fotoğraf, her baktığınızda size Hilal-haç mücadelesinin bir kente nasıl yansıdığını anlatıyor.
Mücadelenin Müslümanlara bakan tarafının merkezi Eski Üsküp Türk Çarşısı. Bize dair ne varsa bu tarihi çarşı o. Tarihi İslam şehirlerinde, İstanbul’da, Bursa’da, Kudüs’te, Halep’te ne varsa Üsküp’teki bu çarşıda karşınıza çıkan da o. Burası selamlaşmanın, tanışmadan tanışık olmanın, bir oruç gününde yaşanan tenhalığın, iftara yakın artan hareketliliğin, iftar sonrası çarşıdaki küçük mekânlarda muhabbetin, sahura kadar büyüyen sohbet halkalarının, küçük ama korunaklı kalmanın idrakine varacağınız yer. Burası Osmanlı’dan devralınan İslami duyarlılığın bölgedeki en nefes alan duraklarından biri. Tam da bu nedenle kültürel, dini ve sosyal ‘ötekiyle’ açık bir mücadele içinde.
Çarşı güçlüyse Üsküp güçlüdür
Müslümanların Üsküp’teki Türk Çarşısı’na yönelik bu farkındalığı geliştirmesi 2010 yılından biraz öncesine denk geliyor. Üsküp’te yaşayan Türkler, anavatandan uzak beldeleri ayakta tutan hafızayı tazeledi, tarihi bir çarşıyı yıkıp tahrip edince bir medeniyeti yıkmış kadar memnuniyet duyanlara verilecek en güzel cevabı fark etti. Yönetimin ölüme terk ettiği, suskun tarihi çarşıyı el birliğiyle, kendi imkânlarıyla yeniden dirilttiler. Üsküp 500 yıldan fazla bir zaman ‘doğrudan bağlı olduğu’ Osmanlı’ya, bakırcılar, dericiler, saraçlar, çarıkçılar, börekçiler ise ocaklarına bir bir geri döndüler. Tüm kadim kentlerde olduğu gibi, merkeze camileri koyarak inşa edilmiş tarihi Üsküp’ün yani Türk kimliğinin güçlü kalmasının yolu bu çarşının güçlendirilmesinden geçiyor.
Bir emanet silüet: Üsküp 2014
Üsküp’teki bu Müslüman ‘kalkışma’nın fark edilmesi elbette çok zaman almadı. Makedonya’nın bağımsızlığının 20 kuruluş yıl dönümüyle birlikte, Tarihi Osmanlı kentinin diğer yakasında büyük değişim başladı. Heybetini mütevazılığından alan Taş köprüye alternatif şaşalı köprüler, havuzlar ve bronz ve mermer heykellerin istilasına girdi Üsküp kısa süre içinde.
Projeye verilen ad Skopje 2014. Kaba saba, estetik ve tarihi nezaketten yoksun heykeller, Antik bir kente öykünen binalar Balkanlar’da bir devlet olmanın derin kompleksinin, “biz de Avrupa kültürünün bir parçasıyız” diye çırpınışının sakil örnekleri adeta. Ancak kendi miras havzalarında olduğunu iddia ettikleri Büyük İskender’i bile Yunanlara kaptıran yönetimin ‘-mış gibi’ yapan bütün bu devasa eğretilikleri, bir medeniyetin yatay, mütevazi ama köklü iddiasıyla baş edemiyor. Bu nedenledir Taş Köprü’nün ortasında bir biriciklik örneği olarak duran Osmanlı mirası mihrabın, restorasyon bahanesiyle yıkılmaya çalışılması.
Bir şehrin yeniden inşası üzerinde yaşanan bu Hilal-Haç kavgasını en iyi anlatan cümleyi, yine bu derginin sayfalarında Üsküp yazıları yazan Leyla Emin Şerif kuruyor; “Üsküp 2014 projesi, Türk Çarşısının yeniden canlandırılmasına verilmiş bir cevaptır” diyor.
“İslam buralarda Türk’tür”
Bu topraklardan oraya giden birinin, o tarihi köprüden yürüyüp apar topar sesleriyle, sözleriyle, diliyle aşina olduğu ‘rahme’ geri dönüşü gibi Üsküp’ün Türk tarafı. ’Türk tarafı’ diyorum çünkü nehrin iki yakasını bağlayan bir köprünün bile bir hicret hikâyesi olabileceği bu topraklar için ‘Türk’ bir etnik tanımlama değil. Bu nedenledir bir Hıristiyan ihtida edip Müslüman olunca ona “Türk oldu” denmesi; İslam’ın şartını sayarken ‘Türklüğün beş şartı’ diye sayılması. Yemin ederken Türk olmak üzerine yemin edilmesi, bunun emniyetli bir insan olmanın referansı haline gelmesi hep bu nedenledir.
Yani bir asır önce o sokaklarda herhangi birine “Balkanlar’da Türk kelimesi ne anlatır?” diye sorsaydınız, alacağınız cevap “bu kavmî bir aidiyet unsuru değil” olacaktı. Osmanlı idaresindeki bir Arnavut’un Müslümanlığını anlatmak istediğinde kullanacağı “Elhamdülillah Türk’üz” ifadesi, son yüz yıldır dışsal müdahalelerle etnik ve dini mensubiyetlerin neden köpürtülerek güçlendirilmeye çalışıldığını anlatıyor bize. Sadece bunu değil elbet; yeniden köklerine ulaşmaya çalışan bir medeniyet havzasının, o havzanın kadim merkezi olan Türkiye’nin neden bu denli yoğun bir taarruzun hedefi olduğunu da kanıtlıyor adeta.
Batı medyayı Türkiye’ye karşı ‘besliyor’
Makedonya’daki tarihi bağlar evet, taarruz altında. Üsküp’ün tam ortasında yayın organlarının tabelasını asan FETÖ ile Soros kaynaklı STK’lar burada bir üstünlük mücadelesine girişmiş durumda. Batı destekli bu enformasyon savaşının hedefinde Türkiye’nin giderek artan etkinliğini kırmak var. Batılı ülkelerin büyükelçilikleri ve vakıflar medya organlarını finanse ediyor. ‘Civilmedia’ gibi internet portalları üzerinden Türkiye karşıtı haberler yayılıyor, Türkiye’ye saldırılıyor, zaman zaman da bölgedeki Müslüman kimliği hedefe konuluyor.
Ünlü spekülatör George Soros elbette burada da etkin. Makedonya’daki medyayı ve sivil toplum kuruluşlarını finanse ediyor. Son yıllarda on milyonlarca doları Makedonya’ya nasıl aktardığına dair raporlar mevcut.
Batılı büyükelçilikler ve vakıflar tarafından desteklenen medya kuruluşları arasında FETÖ’ye ait yayın kuruluşları da var. FETÖ burada hem örgüte ait kurumlarıyla hala yaşıyor, hem de ülkenin yerel organlarında zaman zaman yer alan Türkiye karşıtı haberlerde kendini gösteriyor. Yani Makedonya ‘şimdilik’ hala FETÖ için rahat bir sığınak ve bilhassa Üsküplü Türkler için bu pervasız pişkinlik büyük bir rahatsızlık nedeni.
Türkiye’nin fahri elçileri: Türk dizileri
Balkan medyasında Türk karşıtı bir yayıncılık çizgisi var olsa da karşı koyamadıkları bir rüzgar var: Türk dizileri. Makedonya’daki Türklerin anavatan ile bağları, anavatandaki Balkanlıların uzak ülkeyle irtibatı on yıllarca sessiz sedasız sürdü. Balkan Türklerine yeniden “Elhamdülillah Türk’üz” cevabını verdiren, Türkiye’nin yeniden tanımladığı dış politikası oldu. Yunus Emre Enstitüsü, TİKA gibi kurumlar burada adeta yeni bir aidiyet bilinci inşa etme çabasında. Ancak sadece Türkleri değil, Arnavutları da hatta Makedonları da içine alan bir etki alanına sahip Türkiye burada. Bu etki alanının en etkili aracı ise artık bir kamu diplomasisi mekanizması haline gelen Türk dizileri.
Balkan Türkleri, Türkiye ile bağlarını bugüne kadar adeta evlerinin çatılarına kurdukları antenlerle güçlü tuttu, on yıllarca her akşam evlerinde Türk kanallarını izlediler. Ancak son 10 senedir diziler artık giderek güçlenen bir kültürel etki alanı kurmaya başladı bölgede. Makedon kanallarında altyazılı yahut dublajlı yayınlanan dizilerle Türkiye, evlerin başköşelerinde yerlerini alıyor, hangi etnik kimlikten olursa olsun neredeyse herkes Türkçeyi anlayabiliyor.
Beğensek de beğenmesek de, eleştirsek yahut görmezden gelsek de Türk dizileri bugün Türkiye’nin dış politikasının bir parçası. TİKA’nın Makedonca konuşan Müslümanların yaşadığı bir Torbeş köyünde anten dağıtması, bu kavrayışın var olduğunu gösteriyor. Neyi nasıl anlatacağımız, bu topraklardaki evlerin oturma odalarına hangi yayın politikasıyla gireceğimiz, bugünü düne bağlayan dizilere yapılacak ‘küçük’ dokunuşlar Türkiye ile irtibatı elbette daha da güçlendirecek.
“Türkiye’de bizim için de yaşayın”
Buraya kadar anlattığımız her şey biziz; yani biz ve ‘onlar’ arasındaki yüzlerce yıllık mücadele. Yüzyıllık mücadelede dünden bu yana hafızayı temsil eden insanlar hep oldu. Bu insanlardan biri dün Hafız İ İdris Efendi’ydi. 1940’lardan sonra kadim geleneği devam ettirmek için canla başla çalıştı İdris Efendi. Ona “Üsküp’ün son Osmanlısı” denmesi boşuna değil.
Makedonya’nın ‘eski tarz’ son hocası olan İdris Efendi’yi hatırlayanlar bugün onun için “Üsküp’te İslam Hafız İdris’ti” diyor. Dönemin komünist idaresine “baş çıkar sarık çıkmaz” direnciyle karşı duran İdris efendi, kitlesel göçler başladığında “terk-i vatan, terk-i imandır” diyerek bölgede Türklüğün devam etmesi için bugüne tohum atan isim. Bugün bir Ramazan akşamında, tarihi çarşının sokaklarında her masada yapılan sohbetlerde, atılan o tohumu görmek mümkün. Onun mirası olan nesli bugün Balkanlar’da Türkiye’ye hala derinden bağlı. Balkanlar’da Türk kimliğini sürdürenler de onlar, Türkiye siyaseti için, gelinen noktanın devamı için gayret edip, dua eden de.
Buranın, Türkiye’nin ne demek olduğunu ancak oralara gidince anlıyor insan. Bizim siyasetin konusu sandığımız şeylerin, uzak topraklarımızda varlık nedeni haline geldiğini… Üzerinde yaşadığımız coğrafyada bir dua varsa şayet o duayı, kendisine yardım götüren bir Türk görevliye sarılırken “Türkiye’de bizim için de yaşayın” diyen Pirlepeli Fatma Teyze’nin nefesinde aramak lazım.
Biz giderken arkamızdan dökülen su kurumadan…
Üsküp ve İstanbul arasındaki mesafe uçakla yaklaşık 1 saat. İstanbul’dan uçağa binip 1 saat sonra Üsküp’te indiğinizde size vize soran kimse olmayacak. Pasaportunuzu gösterip Üsküp’teki tarihi Türk çarşısına doğru yol alacaksınız hızla. Bir kahve içmek için oturduğunuz dükkânın sahibi sizi Türkçe karşılayacak. Yediğiniz yemek, yürüdüğünüz sokak, içtiğiniz çay ‘sizden’ olacak. Üsküp’ün iki yakasını birleştiren Taş Köprü’nün ‘öteki’ yakasında, bir kafede “Türk kahvesi lütfen” dediğinizde yüzünüze anlamsızca bakan görevlinin aksine, eski çarşıdaki dükkân sahipleri tam da İstanbul’da içebileceğiniz lezzette bir kahve getirecek önünüze. Belki de en acı hissi oralardan ayrılırken tadacaksınız. Üsküp arkanızdan su dökerken, Yahya Kemal tarihi çarşıdan bir kez daha mırıldanacak; “Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin/ Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için”.