Bugünün aydınları olarak her birimizin kendine has bazı prensipleri vardır. Kişilik olarak sahip olduğumuz artı ve eksilerimiz söz konusu olduğunda, hep daha iyiye doğru bir meylimiz ve seyrimizin mevcudiyetini kimse inkâr edemez. Kendi has meşrebimizin yanında bir de insan olmamızın getirdiği ahlâk ve vicdandan oluşan üstün bir özelliğimiz vardır. Bu, insan olma ve insanlık iddiasında olan herkesin sahip olduğu istisnai bir cevherdir. Bu öyle bir cevher ki, şartlar ne olursa olsun, hangi zaman ve mekânda olursak olalım en küçük bir haksızlık ve zorbalığın karşısına dikilir, hakkı söyler ve ne pahasına olursa olsun bundan vazgeçmeyiz. Ne var ki, günümüz dünyasının sahip olduğu çarpık sistem çoğu insanı söz konusu bu ahlâki duruş ve özellikten taviz vermeye zorlamaktadır. Ahlâki duruştan taviz vermek ise insanlık iddiamızı oldukça zora sokar ve hatta ebedi vicdan karşısında çaresiz bırakır.
Dünyamızın sahip olduğu ve genellikle para baronlarının yön verdiği sistemin işleyişini tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu baronlar da zaman zaman kendi aralarında anlaşmazlığa düşüp bazı çekişmeler yaşarlar. Bu ise son zamanların moda deyimi ile “ekonomi savaş(lar)ı” olarak adlandırılır. Yeryüzünde bulunan bütün halkaların kılcal damarlarına kadar her şeyini bilen bu sistem, hangi milletin neye nasıl tepki vereceğini, hangi ülkenin nasıl bir yaptırımla dize getirileceğini veya hangi küresel planın kimlere yarayacağını ve kimleri saf dışı bırakacağını eksiksiz bilir. Değişen dünya ekseninde özellikle Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyetin 80 yıllık döneminde Türkiye’ye uysal koyun gözüyle bakılmış; ancak bir sürpriz ile karşılaşılma ihtimali hiçbir zaman göz ardı edilmemiştir. Türkiye bunu Davos çıkışı ve 15 Temmuz ile hakkıyla ispatlamıştır. Yaklaşık bir senedir Türkiye’nin zayıf noktalarından biri olan Gazze’ye pervasızca saldırmalarının önemli bir nedeni de budur. Amaç belli, Türkiye’yi savaşa çekmek ve hizaya sokmak.
Konumuza dönecek olursak, Gazze’de tüm bu yaşananlar ve insanlık iddiasını bir an bile bırakmamak niyetinde olan biz aydınların duruşu, hassasiyetle üzerinde durulması gereken hayli ciddi bir meseledir. Ciddi çünkü, insanlık iddiamızı kaybetmek üzereyiz. “Gizli güçler, Gazze ve insanlık iddiası” üçgeninde yön bulmaya çalışan günümüz öncüleri veya aydınları, yaklaşık bir senedir ağır bir imtihan ile karşı karşıyadırlar. Bu öyle bir imtihan ki, yaşanan katliamlara ses çıkarsa bir dert, çıkarmasa bir dert. Tamamen sessiz kalması ise başka bir dert. Nitekim vicdan denen varlığın sesi ne kadar boğulmuş ve kısılmış olursa olsun, kişinin kendisiyle baş başa kaldığında sessizliğin içinden gelen o kulak paralayıcı çığlıkları duymamasına imkân yoktur. Dilimizi sansürleyebiliriz, ama vicdanımızı asla susturamayız.
Gazze’deki malum olayların başlangıcından bu yana Kuzey Makedonya’da duyarlı birkaç çevre dışında pek fazla bir gündem oluşturulamadı. Kaldı ki, bu husus Türkiye için de geçerlidir. Ancak söz konusu meseleye Makedonya üzerinden bakıldığında durum biraz daha vahim bir tablo oluşturmaktadır. Siyasilerde genel olarak bir yılgınlık, çekimserlik, temkinli yaklaşım vs. görülmektedir. Kaldı ki, 12 Aralık 2023 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun ateşkes tasarısı oylamasında Kuzey Makedonya’nın siyasi iradesi çekimser oy kullanmıştı. Bunu hangi amaçla ve hangi ülkelerin telkinleriyle yapmış olduğu tamamen ayrı bir mesele.
İslâmî otoritenin Gazze’deki insani kriz ve çocuk katliamları karşısında neredeyse hiçbir faaliyet yapmamış veya en basitinden bir kınama dahi yayımlamamış olması, sorgulama yetisini kaybetmemiş olan kimselerde bir şaşkınlık meydana getiriyor. En azından boykotlu ürünler konusunda bir kamuoyu oluşturulamaması, sahip olduğumuz değerler hususunda ne kadar iddialı olduğumuzun açık bir göstergesidir. Oysa zulmün karşısında bir duruş sergilemek ve ona karşı çıkmak dinimizin temel taşlarından biri değil miydi?
Türkçülerdeki sessizlik yine hayret verici cinsten. Yeri geldiğinde Osmanlı hanedanlığı hakkında tutarlı tutarsız konuşanlar, Arapların ve bilhassa Filistinlilerin Türk düşmanlığını(!) ileri sürerler. “Osmanlı sadece bir aileydi, aslında onunla çok da bir ilgimiz yok, bizim tarihimiz İslam öncesinden başlar” derler, ama Arap veya Filistin hasımlıklarını Osmanlı üzerinden yaparlar. İslam öncesi başlayan Türk varlığı Oğuz Kağan ile başlıyor madem, Oğuz Kağan’ın töresine kulak verelim:
“Tanrı tektir, töre tektir; Er kişi hısmına sarılacak, komşusunu gözetecek; Aman dileyene kılıç üşürülmeyecek, sığınana arka dönülmeyecek; Kimse kimseye üstünlük taslamayacak; Kin ve gururdan uzak olunacak; Mazluma merhamet, zalime azap duyulacak…”
Kanaatimiz odur ki, bugünkü Türkçüler mazlumun yanında olma ve zalimin karşısında durma konusunda Oğuz Kağan’ın bu hikmet dolu töresinden maalesef ki uzaktırlar. Türkçülüğü genel olarak Mustafa Kemal’e ve onun inkılâplarına hasretmekle milliyetçi bir ideolojik çerçeveye sıkıştırmışlardır. Oysaki Balkanlarda herkes Türklerin adil, çalışkan, yardımsever ve haksızlığa karşı olduğunu bilir. Hele yeryüzünde bir yerde, milliyeti ne olursa olsun haksız yere öldürülen insanlar varsa, Türklerin bu zulmü durdurmak için elinden geleni yaptığı da herkesçe bilinen bir gerçek. Elinden bir şey gelmese bile, sesini mümkün olduğunca yükseltir ve bunu gündemden düşürmez. Bu minvalde şu ifade yerinde olacaktır: “Türk dediğin kendine Türk değil, herkese Türk olmalıdır.”
7 Ekim’de Gazze’de malum olaylar başlayınca yazar-çizer takımı ve akademik çevrelerde birkaç cılız sesin parlamasından sonra, kabuğuna çekilme olayından maalesef hiçbiri kurtulamamıştır. Eli kitap tutan ve kitabın ışığına/gücüne inanan, dolayısıyla toplumların tekâmülü ve insan haklarının en üst düzeyde korunmasını sağlamak için bilimin vazgeçilmez olduğunu kabul edenler, geçim derdine düşmüş durumdalar ne yazık ki. “Dünyanın gözü önünde, istisnasız her gün karşılaşılan çocuk katliamlarına kayıtsız kalıp nasıl bilim yolunda ilerleyebiliyorlar(!?)” sorusunu sormadan edemiyor insan. Konu ile ilgili bir tek kelime bile edemeyen, gündemine alamayan yazar-çizerlerin çiçekten böcekten bahsediyor olmalarını, barış ile ilgili pembe hayaller kurmalarını akıl havsala almıyor. Merak ediyor insan, bunlar hiç mi Malcolm X, Aleksandr Soljenitsin, Seyyid Kutub, Mehmed Akif, Necip Fazıl, Nazım Hikmet okumuyorlar? Böyle kan gövdeyi götüren bir ortamda nasıl bir ütopya inşa edip hayal dünyasında yaşayabiliyorlar? Doğrusu bu büyük bir başarıdır: Aksiyonu olmayan, buhar misali, ayartıcı, sindirici ve plastik süslerle pazarlamaya çalışılan trajikomik bir başarı…
Yukarıda verilen örnekler, etliye sütlüye karışmadan zihinlerde inşa edilen ütopyada hayali bir insanlığa yelken açmış olan ve keyfini kovalayan kimselerin, hiçbir mücadele ve hiçbir kavga vermeksizin yapay bir insanlık iddiasında olduklarını gösteriyor aslında. Kavgasız bir insanlık iddiasının peşinde olmak sadece kişinin kendi kendisini tatlı tatlı kandırmasına neden olur. Mevcut sistem kavgasız bir insanlık inşasına izin vermiyor. Nitekim, istisnasız bütün medeniyetler her zaman büyük savaşların sonrasında kurulmuştur. Günümüzdeki sistem kurulacak hayale dahi hükmedebiliyor. Sizi öyle bir hale getiriyor ki, yanı başınızda kimsesiz bir bebeğin ateşe atılması olayı karşısında refleks dinamiklerinizi kilitleyip âtıl duruma düşürüyor ve tepkisiz kalmanızı sağlıyor. Bu ciddi bir meseledir. Refleks dinamiklerinin etkisiz olması demek, ruhun yavaş yavaş ölmesi demek aynı zamanda; ruhsal birer varlık olan insanların, yavaş yavaş hareketleri kodlanmış birer yapay makineye dönüşmeleridir. Bu nedenle bilinçaltımıza işlenmeye çalışılan her şeyi, sahip olduğumuz değerler süzgecinden geçirmemiz gerekiyor.
Tüm bunlar bize gösteriyor ki; siyasi, dini, ideolojik ve akademik çevreler olarak sorunlu bir bilinçaltına sahibiz. Zihnimizin feci bir şekilde işgal edildiği gerçeğini kimse inkâr edemez. Elimizdeki tek sermayemiz olan insanlık/insani değerler hakkında söyleyecek tek bir kelimeden bile aciz isek, ivedi olarak bir manevi check-up’a ihtiyacımız var demektir. Bu manevi check-up sonucunda birçok değerin sorunlu çıkacağı aşikârdır. Bunun tedavisi ise yukarıda sözü geçen ahlâk ve vicdandan oluşan üstün insani özelliğe vakit kaybetmeden dönüş sağlayıp iki elle sarılmaktır. Bunun ilk adımı belki de Gazze ve Doğu Türkistan başta olmak üzere dünyanın muhtelif yerlerinde halen yaşanmakta olan insanlık dramı ve zorbalığa karşı tepki vermeye başlamak olacaktır. İşte o zaman dondurulan reflekslerimiz çalışmaya başlayacaktır.