Kuzey Makedonya ve Balkanların önemli münevverlerinden ilahiyatçı – yazar Prof. Dr. İsmail Bardhi, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz bu toprakların ulu çınarı Fahri Kaya ile 30 yılı aşkın arkadaşlıklarını anlattığı bir yazı kaleme aldı. Fahri Kaya ile ilgili daha önce hiç duymadığınız bilgileri ve anıları içeren yazıyı ilginize sunuyoruz.
TİMEBALKAN ÖZEL
Güçlü, akıllı ve sempatik bir insanı, Fahri Bey’i kaybettik. Üzüldüm. O şu anda bizimle birlikte olsaydı “yalan konuşuyorsun” derdi. Çünkü akıllı insanlar böyle bir kelimeyi kullanamaz. Ne desem? Yaşasın akılsızlık mı desem?
Fahri Kaya geçmişi bilmekle kalmaz geçmişle yürürdü. Şimdiki zamanda geçmişle beraber yürürdü. Tarihi görürdü. “Zamanın şahidi” misali. Onun için bizim yazarlara kızardı, bazen abartıyorlar derdi, bazen yalan söylüyorlar derdi, bazen de hiç bilmiyorlar derdi. Benim de bu yüzden ona karşı büyük bir saygım vardı.
Fahri bey ile ilgili çok ilginç bir anı anlatacağım. Üsküp merkezinde akşam saatlerinde yürüyüş yaparken bana İsmail dedi, Doğu Makedonya’da bir köyde imam camiyi sattığını söyledi! Kendisi imama neden sattığını sormuş imam da “kimse yok ki, herkes Türkiye’ye gitti. Ben de gideceğim” yanıtını vermiş. İnanılmaz bir an. Kıyametin yaklaştığının az ve öz fakat sarsıcı bir kanıtı.
Anlattığı diğer bir anı ise doğduğu şehir olan Kumanova’dan. Şimdiki hastanenin yerinde daha önce mezarlık varmış. Komünizm öncesini anlatıyorum. Mezarlığı yöneten vakfın yöneticisi “Rebac” isminde biri o “vakıf arazisini/mezarlığı” satmış. Daha sonra oradaki Müslümanlar toplanıp vakıf yöneticisini görevden aldırmışlar. Görüyorsunuz, Müslümanların kaderine gülmek mi ağlamak mı gerekiyor? Aynı kader galiba devam ediyor… Fahri beyle birlikte yürürken bazı yerlerde durur “Bu da vakıftı” derdi.
Bir ibretlik olay daha anlatmıştı. Hangi aile olduğunu hatırlamıyorum ama Türkçe konuşan bir aile. Adam bir taraftan siyasette güçlenmiş, itibar sahibi olmuş ama diğer taraftan da annesi başörtülü. Bu “büyük adam” bir gün arkadaşlarını yemeğe davet etmiş. Arkadaşlarına kendisinin ne kadar “onlar”dan olduğunu göstermek için evinde domuz pişirip ikram etmiş…. Korkunç! Galiba bu domuz kokusu bizim zamanımızda da devam ediyor. Ama başka bir renkle, başka bir kokuyla. Bazıları geçmişi yok ederek ve “hiçsiz bir geçmiş”e dönerek dili, imanı ve vatanı unutuyor…
Fahri bey gerçekten geçmişin güçlü bir şairi ve edebiyatçısı. Buralı isimlerin büyük değişiminden rahatsız olurdu. İsmail derdi, “bunlar komünizm döneminde büyük komünistlerdi”. Bu kişilerden bazılarının büyük zararlar yaptıklarını da söylerdi. O zararlar üzerine de konuşurduk.
Fahri bey İslam Birliği’nin tarihini çok iyi bilen birisiydi. Hafız Bedri’ye, Yakup Selimovski’ye değer verirdi, akıllı olduklarını söylerdi. Diğerlerini hiç sayardı. Anlamsız şeyleri görünce üzülürdü. Bunu geçmek için de “anlamıyorum, neden böyle?” derdi. Çok önemli bir müessese olan İslam Birliği üzerine durduğumu bilirdi.
Tabi ki Fahri beyin bazı düşüncelerine katılmıyordum. Mesela “diktatörlük” kelimesine. Belki de o onu hissetmişti, yaşamıştı ve şahidi olmuştu. Ben ise onu farklı bir açıdan hissediyor ve görüyordum. Diktatörlük kelimesi beni her defasında yormuş ve huzursuz etmiştir. Anlayamamam da her zaman hoşuma gitmiştir çünkü anlayanlar farklı “gürültüler” bıraktılar. Yazılarına da bakıldığında tam bir tarih kaynağı gibiydi. Adam onlar üzerine yaşamış, yürümüş, geçmiş…
Çeşitli devlet görevlerinde bulunduğu için birçok üst düzey yetkiliyle görüşse de hiçbir zaman “büyük insanlarla” oturduğunu dillendirmemiştir. Türkiye’de aydın insanlar, cumhurbaşkanları, bakanlarla oturmuş, konuşmuş, tartışmış bir adamdır. Makedonya’da yaşayanların hem babalarını hem çocuklarını tanırdı. Aralarından bazılarını görünce de güçlü komünistlerin güçlü Müslümanlığa evrilmelerine şaşıyordu.
Belgrad’da Şarkiyat (İstişrak) Bölümünde öğrencilik yıllarında çok sayıda Arnavut edebiyatçı, yazar ve aydınla tanışmış ve arkadaşlık kurmuştur. Arkaik milliyetçilikten rahatsızlığını gülerek dile getirirdi. Bu da benim hoşuma giderdi.
Din kültürü üzerine konuşmalarımızda kendisi geçmişi göz önünde bulundururdu. Kültürel boyutta Müslümanların “fotoğrafından” rahatsızdı. Galiba insanın “değişememezliği” tuhaf bir yaratık olduğunu gösteriyor. Fahri bey de bundan “korkardı”. Her ne kadar Müslümanlarla anlaşamasa da Allah’ın varlığından hiçbir zaman şüphe etmediğini söylerdi. Bir keresinde konu hiç orada değilken durup dururken, “İsmail, ben inanıyorum ki” demişti.
Hiçbir zaman hiçbir kimseye zarar vermediğini söylerdi. Bazen komünizm sisteminde büyük problemleri göreceleştirerek sorunların önüne geçmeye çalıştığını ifade etmişti. Onun komünizmi bugünkü “moda” gibiydi. Her ne kadar ben ona katılmasam da bana derdi ki “İsmail biliyorum sen Saraybosna’da komünizmin başka bir yüzünü gördün, biz ise burada başka bir boyutunu”. Bu, Fahri beyin komünizmin zararlarını görmediği anlamına gelmediğini gösteriyor.
Fahri Bey, Yugoslavya döneminde Alparslan Türkeş’in Üsküp’te merkezdeki bir hotelde kaldığını ve kendisiyle görüştüğünü anlatıştı. Ünlü Fransız yazar ve düşünür Jean-Paul Sartre’ın Üsküp’e geldiğini de kendisinden işitmiştim.
Fahri bey tam anlamıyla bir kütüphane ve yürüyen bir tarih idi. Aynı zamanda Türkçe’nin yanında iyi bildiği Makedonca ve Boşnakça ile çok güçlü bir tercümandı. Birçok yazısı ve yayını da bunun en güzel kanıtı. Kitapların peşinden deli gibi koşardı. Hiçbir zaman ona kitaplarını sormadım fakat zengin bir kütüphanesi olduğunu biliyordum. Sürekli kitaplar üzerine konuşurduk. Ben de kendisine “Bende sizinle ‘savaşan kitaplar’ var bu yüzden benim kitaplarım sizinkilerden iyidir” derdim, o da hayır böyle bir şey olamaz derdi. Buluşmalarımızın ve konuşmalarımızın ana gayesi de kitaplardı zaten.
Umut ediyorum ki Fahri beyi unutmayacağız! Edebiyat boşluğunu onun edebiyat düşüncesi ve kendi başına edebiyatıyla doldurma imkanımız olacak. Onun edebiyatı çok açıktır. Onun edebiyatı dünü, bugünü ve yarını dolduran bir edebiyattır. Farklı tarihsel bilgiler ve geçmişin “korkulu” dramı için eksikliğini hissedeceğiz…
Allah Fahri beye rahmet eylesin, ailesinin başı sağ olsun…