Son 50 yılda, İngilizce kendini uluslararası düzeyde ticaret, eğitim, ekonomi, turizm ve politika gibi birçok alanda lingua franca (ortak iletişim dili) olarak kabul ettirmiş durumdadır. Diğer Avrupa dillerinin ise uluslararası arenada etkisinin günden güne eridiğini zaten görüyoruz: Fransızca arka plana itilmiş ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Almanca’nın da etkisi azalmıştır. Bu arada, yaygınlaşan tek dil olarak karşımıza İspanyolca çıkıyor.
Peki, İngilizce’nin hakimiyetini tam anlamıyla kabul edebilir miyiz? Latince bir lingua franca idi, lakin şu anda dil haritasından silinmiş durumda. Çince hiçbir zaman atağa kalkmayacak mı? Belki Hintçe? Ruslar, dünyanın enerji rezervlerinin çoğunun elinde bulundurarak herhangi bir dil hakimiyetine ulaşabilecekler mi? Ya da İngilizce’nin ilerleyişi devam mı edecek?
Tüm bu soruların cevabını gelecek nesiller yaşayarak görecekler. Çünkü dil yaşayan bir varlıktır ve insanlarla birlikte yol alır.
İngiltere, Brexit (Avrupa Birliği’nden ayrılma kararı) ve son genel seçimlerden sonra Avrupa ile belirsiz bir gelecek ve olumsuz bir ilişki ile karşı karşıya. Diğer şeylerin yanı sıra, Brexit’in başarısının en önemli belirleyicisi, İngiltere’nin herhangi bir dil sıkıntısı olmaksızın müzakereleri yürütebilme fırsatı olacaktır. Lakin, Britanyalı’ların yabancı dil öğrenmedeki yetersizliği ve İngiltere’deki ortaokul ve üniversite öğrencileri arasında yabancı dil öğrenimindeki düşüş iyi bir belirti olarak algılanmıyor.
Birleşik Krallık’taki pek çok kişi, ‘Avrupa’daki herkes zaten İngilizce konuşabiliyor, neden yabancı dillere ihtiyacımız var ki?’ diye sorabilir. Gerçekten de tüm Brexit müzakereleri İngilizce olarak yapılacaktır. Ancak, İngiltere’nin yabancı dil öğrenmedeki yetersizliği, ülkeye yılda 48 milyar sterline mal olduğu tahmin ediliyor ve bu göz ardı edilebilecek bir şey değildir. Özellikle bu rakamın Brexit sonrası Britanya’da düşme ihtimali düşük gözüküyor. Göz ardı edilemeyecek diğer bir gerçek ise İngiltere’deki dil öğretmenlerinin % 30’unun Avrupa’nın diğer ülkelerinden geliyor olmasıdır.
Son zamanlardaki çalışmalar İngiltere’nin dil problemini mevcut öğretim metodları ve kullanılan materyallerden kaynaklandığını göz önüne seriyor – bu da dil öğrenmedeki zayıf performansın öğrencilerden ziyade sistemin bir sonucu olduğunu gösteriyor.
2013 yılında yayınlanan rapora göre, İngiltere’de İngilizce dışında en çok kullanılan on dil şöyle sıralanıyor- İspanyolca, Arapça, Fransızca, Mandarin Çincesi, Almanca, Portekizce, İtalyanca, Rusça, Türkçe ve Japonca. Brexit’in ülkenin dil ihtiyaçları üzerinde ne gibi etkileri olabileceği henüz net olmamasına rağmen, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olarak karşımıza çıkıyor.
Avrupa’da İngilizce’nin yoğun olarak öğrenilip kullanıldığı ve İngilizce’nin Avrupa çapında ortak dil olarak yaygın bir şekilde kullanıldığı reddedilemez. Elbette İngilizce, Brexit sonrası da İngilzce önemli bir dil olmaya devam edecektir çünkü Avrupalılar İngilizce’nin yerine geçebilecek başka bir lingua franca bulmakta zorluk yaşayacaklar.
Fakat çok dilli Avrupa’nın, Avrupa Komisyonu’nun başkanı Jean-Claude Juncker’ın tek dilli Britanya’dan farklı olarak ortaya koyduğu bir dil seçeneği olduğunu da hatırlayalım.
İngiltere’nin ticaret ve politik ortakları tarafından İngilizce’nin kullanımı büyük ölçüde bu ülkelerin tercihlerine bağlıdır. Diğer ülkeler iki dilde işlevsel hale gelebilmek için çaba sarfederken, tek dilli Britanya, Avrupa’nın geri kalanından soyutlanma riskiyle karşı karşıya.
Her halükarda, Shakespeare dili olan İngilizce’nin dünya genelinde kullanımdan kalkmasından hiçkimse endişe duymuyor. Avrupa Birliği’nin 24 resmi dili vardır ve bunlardan üç tanesi ‘çalışma dili’ olarak kabul edilir: Fransızca, Almanca ve İngilizce. Bay Juncker, büyük bir Anglofon grubunun kurumlardan ayrılmasından dolayı, Brexit’ten sonra İngilizce’nin biraz daha az duyulacağı konusunda haklı olabilir. Ancak İngilizce sadece İngiliz demek degildir; İrlanda ve Malta’da da resmi bir dildir. Daha da önemlisi, 2004’ten bu yana AB’nin genişlemesi, Brüksel’deki dengeyi kararlı bir şekilde Fransızca’dan İngilizceye doğru kaydırdı. Bu konuda geri adım atmak ihtimali yok denecek kadar az, Almanca’ya geçiş yapmak ise şu an için ütopik sayılıyor.
Ayrıca, İngilizce Avrupa kıtadasındaki sıradan insanlar arasında fazlasıyla yaygın. AB vatandaşlarının % 66’sı sürekli olarak yaygınlaşan herhangi ikinci bir dili konuşmaktadır. AB’nin istatistik ajansı olan Eurostat, bu rakamları konuşulan dilleri baz alarak hesaplıyor. İngiltere dışındaki ortaöğretim seviyesindeki öğrencilerin %97’si İngilizce öğrenmekteyken, Fransızca’da bu oran %34, Almanca’da ise %23 olarak karşımıza çıkıyor. Danimarka gibi bazı ülkeler ilk eğitim yılında İngilizce eğitimine başlıyor. Burada küçük bir not düşerek ülkemizde de İngilizce’nin ilkokul birinci sınıftan itibaren öğretilmeye başlandığını hatırlatmakta fayda var.
Bir dil, o dili konuşabilen insan sayısıyla birlikte değer kazanır, bu nedenle değerli olan diller zamanla daha fazla yaygın olma eğilimindedir. Dil öğrenmek uzun bir süreç gerektirir. Toplumlar konuştukları dilleri hızlı bir şekilde değiştiremezler. Avrupa’da İngilizce eğilimi Brexit’ten çok daha önce başladı. Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda İngilizce’nin uzun yıllar boyunca lingua franca olarak kullanılmaya devam edebileceğini söyleyebiliriz. Başka bir dilin şu an için bu kadar yaygın şekilde her düzeyde kullanılabilir hale gelmesi onlarca yıl gerektirecektir.