Srebrenica annelerini hiç yazmadım. Bir kadın derneği, anne olmuş, analık yapmış da evlatlarının gençliğini, delikanlılığını, askerlik veya evlilik çağını görmemiş kadınlar grubu. Oğullarını kaybetmiş anneler desem, yanlış olur. Kaybetmek fiilinde failin de etkisi var. Bu kadınlar evlatlarına gözbebeğine bakıldığı gibi bakmış. Canlarını evlatlarına kurban, hayatlarını onlar için feda etmeye hazırdılar. Yine de çocuksuz kalmışlar. Bunların evlatları bilinen bir ideoloji, bilinen bir millet, bilinen failler tarafından katledildi. Katledilen evlatlarının kemiklerini bulmak için yaşamaya devam etmişler. Kaybetmediler bu kadınlar, kemikler bile kayıp olsa. Zalimlerin yargılanmaları için, bez parçalarına işlenmiş evlatlarının isimleriyle yürüyüşler yapmışlar. Her ayın on birinde. Temiz, ütülü yastık kılıfları üzerinde işlenmiş evlatlarının isimleri. Annesinin, kardeşinin, yavuklusunun yıkayıp ütülediği yastık kılıfına başını yaslamayacak insanların isimleri. Dünya varlığını bırakıp Doğu Bosna’daki diğer köy ve kasabalardan Çetnik hançerinden kaçan sığınmacıları kucaklayan küçük bir kasaba sakinleri arasında 8732 annenin çocuğunu katletmişler. 8732 kardeş katloldu. 8732 kadın ya dul kaldı ya da sevdiğiyle nikah masasına oturmadan yasa boğuldu. İşte, Srebrenica Anneleri. Evladını dünyaya getirdiği, şımarttığı, özenle baktığı halde artık kimseye “oğlum” diye seslenemeyen kadınlar. Bunlardan biri, bunların birincisi, Hatidža’ydı. Siz Hatica okursunuz. Hatidža, ona sevgiden Điđa derlerdi. Evlatlarının, kocasının ve kardeşinin kemiklerini Srebrenica Şehitliği’nin beyaz nişanları altına yerleştirip bir avuç huzur bulduktan sonra kanserle mücadele etmeye başlamış. Öz evlatları, Azmir ile Admir reşit olmadan Sırplar tarafından katledilmiş. Hatidža doğurduğu çocuklara artık “oğlum” diyemezdi. Dünyaya getirdiği Admir ile Azmir’in ona “Annem” diye seslenmelerini duyamazdı. Kaçmış, dağılmış rüyalar hariç. Fakat bu simgeye dönüştürülmüş kadın hepimizin anası oldu. Benden annem olacak kadar büyük olmamasına rağmen ben de nadir görüşmelerimizde annem diye hitap ederdim. Her seferinde de biraz vicdan azabı ile, bu seslenişimle kanayan yarasına tuz serptiğimi hissederek, onurlu, kutlu annelik hatırasının değerini düşürdüğümü, kendisine evlat olmaya layık olmadığımı hissederek, bayramlarda, resepsiyonlarda gördüğümde onunla selamlaşmadan nasıl hitap edeceğimi düşünerek yaklaşıyordum… Hanımefendi desem, her ne kadar hanımefendi olsa da, bu hitap şekli ile aramıza mesafe koyduğumu hissederdim. Dilimizde abla kavramı yok, teyzem olacak yaşta değil. Kardeşim desem… kardeşi olmak için onunla aynı acıları, aynı sancıları bizzat yaşamak gerek. Ve her seferinde elini sıkıştığımda ‘anne’ diye hitap ederdim. Çünkü Hatidža hepimizin annesi oldu. Bayramlarda – yalnızlığını hissetmemesi için – yanına dostlardan birileri gidiyordu. Türkiye’den de Faysal kardeşim, mesela. Oradaki annelerin yalnızlığını hissetirmemek için bayramlarını yanlarında geçiriyordu. Adnan da yolculukları, haberleri arasında fırsat bulduğunda yanına giderdi. Ana ziyareti, her şeyden önemli.
Eğitim görmüş, yabancı dil bilen, entelektüel konulara girişenlerden değildi bizim Hatidža anamız. Sevgi dolu kocaman anne kalbi, parlak zekası, güçlü bir adalet arzusu, onur ve gururdan başka bir şey yoktu Hatidža annemizde. Zalimlerin yargılanması için çalmadığı kapı kalmadı ama. Evlatlarının (sadece öz evlatları değil, katledilen hemşerilerin hepsi onun evlatları olmuş, dolayısıyla Hatidža anne simgesine dönüşmüş) kemiklerinin bulunması, cenaze namazıyla hak ettikleri gibi bir mezara yatırılmaları için mücadele ediyordu. Onları doğurmamasına rağmen kendisine anne diye hitap eden nice insanlara ikram ettiği börekler de efsane oldu. Kalbindeki acısı o kadar büyüktü, anne sevgisi o kadar büyüktü ki içinde nefrete yer yoktu. Sırbistan başkanı Srebrenica’ya geldiğinde yakasına Srebrenica çiçeğini koymuştu. İşte onur, işte gurur. Keşke bu aydın kesim içinde, akademisyenler arasında, yazar çizer takımında bu kadar karakter, bu kadar dürüstlük, bu kadar onur ve gurur olsa… Eğitimsiz, köylü bir kadın hanımefendiliğin, aydın olmanın ne olduğunun canlı örneğiydi. Her türlü nefret, intikam arzusu gibi alçak duyguların üstünde bir kişilik sahibi. Anneydi çünkü. Allah vergisi bu annelik, ya var ya yok kişide. Bizim Hatidža’da vardı. Adı Hatidža çünkü.
Temuzlarımın ağırlığını bir iki hafta evvel yazmıştım. Aralarına “on beş”i de karıştı. Bitmez bu Temmuzlar dedim. Bu Temmuz’un evahirinde Hatidža da Hakk’a yürüdü. Ebediyyette en yakınlarıyla buluşmaya. Azmir ile Admir adındaki oğulları, kocası Abdullah, kardeşleriyle. Nihayet mutlu olacak. Nasıl biliyorsun dersiniz… şehitlere sorgusuz sualsız cennet vadedilmiş çünkü. Ve şehadetlerine sabırla tahammül eden yakınlarına. Gururlu, onurlu şehit annelerine, eşlerine, kardeşlerine. Artık dünyanın acısını hissetmeyecek bizim Hatidža anamız.
Bir Sırbistan milletvekili Hatidža’nın vefatı üzerine sosyal medyada paylaştığı nefret sözleri aklıma geldi. Hatidža’yı öbür dünyaya eşi mi, oğulları mı uğurlayacak diye sormuş bu kadın. Hatidža’nın öz evladı olmayan binlerce oğlu ve kızı onu uğurlamış, kendisini öksüz hissetmiş. Bunu biliyorum. Öz evlatları acı olmayan yerde onu karşılayacak. Bu vekil bayan ile bizim Hatidža arasında en büyük fark budur. Şükür ki nefret bize özgü değil. Bin şükür. Ve şükür ki bizim kardeşler, oğullar, eşler soykırım işlemediler.
Bazı insanlar isimleriyle müsemma. Bazı insanlar o ismi taşıyan kişilerin özellikleriyle müsemma. İşte bizim Hatidža’nın ismi tesadüf değil. Örnek bir kadındı. İbret alınacak bir kadın. Anne çünkü. Kocasının yanında sabit duran, Peygamberimizin Allah’ın Resülü olduğunu, dinini kabul eden ilk kişi. Evladını sabırla ebediyete uğurlayan kadın. Hadice Hazretleri annemiz gibiydi bizim Hatidža.
Bayramlarda ebediyete uğurladığımız sevdiklerimiz arkasında yutkunduğumuz zaman, evlerine ziyarete gideceğimize mezarlarına gittiğimizde hüzünlü olmayalım. Veya en azından bir daha yutkunarak, hüznümüzü içimize gömelim. Bizimkiler mutlu, bizimkiler yaşıyor… Farklı bir boyutta, farklı bir dünyada. Acının olmadığı yerde. Yüzü ak, alnı açık gitmişler çünkü.