Makedonya’nın önemli entellektüellerinden olan Prof. Dr. İsmail Bardhi Türkiye’deki 15 Temmuz darbe girişimi ve Fetullah Gülen Hareketi’ni kendine has üslübüyle kaleme aldı. Bardhi’nin yazısını siz değerli okurlarımızla paylaşıyoruz.
Allah’ın adıyla…
“Biz her daim sonunda gerçek yüzlerimize döneriz.”
Albert Camus
İsmail Bardhi/ÜSKÜP
Yaklaşık 100 yıllık bir dönemin ardından 15 Temmuz kalkışmasına şahit olduk, yüz yıl diyorum zirâ 100 yıl önce tarih biliminin kendisine pek çok sebepten dolayı haksızlık ettiği, dünya tarihinin en büyük imparatorluklarından birinin çöküşü yaşanmıştı. Sebeplerden birincisi sessiz kalınmasıydı, tarih çarpıtılmaya çalışıldı ve bununla birlikte savaşa ilişkin yeni bir dünya görüşü oluşmaya başladı, ki günümüzde bunun değişik sonuçlarını bizatihi yaşamaktayız. Tarih, coğrafya ve diplomasi bilimlerinde ise hâlen yeni savaşlar beklenmektedir. Bu söylediklerimin İslâm’ı muhafaza olarak algılanmasını istemem, çünkü böyle bir hakka sahip değilim, ancak an itibariyle Müslümanları muhafaza etme gayretinde olduğum söylenebilir; lâkin bu durumda olanlar Hristiyan olsaydı onları da koruyacaktım, zirâ mevzu bahis olan insan varlığıdır. Bahsekonu imparatorluğun çöküşüne sebebiyet veren neden ve sebepler muammadır. Velâkin izleri takip ettiğimizde, çoğu zaman kanıtlarına ulaşamasak da her zahirin ardında bir bâtının olduğunu anlayabilmekteyiz. Bu toprakların Müslüman halklarının yaşadığı acıları ve maruz kaldıkları haksızlıkları kanıtlayan fotoğraf ve itiraflardan, açıklanan ve açıklanmayan evraklardan ötesini bilmiyoruz. Bu gökkubbe altındaki farklı uluslardan Müslümanların kanının üzerine değmediği bir avuç toprağın kalmadığı kanaatindeyim.
Tüm bu yaşananların ardından bir devlet kuruldu; evet, devlet – Türkiye Cumhuriyeti. Bu denli büyük bir imparatorluktan geriye kalanlara ilişkin tartışmalar bir yana dursun, imparatorluk sonrası dönemde tüm geçmişini unutan bir “cumhuriyetçi” düşünce belirmiş ve cumhuriyetin kuruluşundan itibaren görülmemiş bir laiklik başlamıştı; bu laiklik, seküler değerler hariç günümüz jargonuyla insan hakları olarak tabir edebileceğimiz tüm değerleri ezip geçti: dine, inanca, inançlı insanlara darbeyi indirdi; mukaddesata dair herşeyi yasakladı, cezalandırdı, çökertti, kutsal metinlerin duâ olarak tercüme edilmesinden başlayarak son derece ilkesel deneylere kalkıştı; Müslümanların en üst kurumu olan Hilafeti kaldırdı. Tüm bu olaylardaki birincil rol ordunundu. Türk Ordusu’nun pek tabi ki geçmişte olduğu gibi günümüzde ve gelecekte de ağırlığı olmalıdır ve olacaktır; ancak aynı zamanda kendi sıralarından ve halkından inançlı insanlara nasıl davrandığını ve bununla birlikte hem ordunun kendisine, hem de Türkiye gibi modern bir devlete pahalıya mâl olan darbelerini unutulmamalıdır. Aslında ordu, bağımsız bir entelektüel ve kültürel düşünceye sahip olan modern bir ülkenin gelişimini engellemiştir. Bizler bu hususta sessiz kalamayız, aksine nelerin yaşandığını ve ordunun ne şekilde bir işlevsellik gösterdiğini açıklamalı ve bunu kanıtlarla belgelemeliyiz. Türk Ordusu’nun üst düzey mensuplarının bu düşüncesi insanların zihinlerinde acımasız bir düşünce oluşturdu ve insanı bağımsızlaştırmak yerine zihnini köleleştirip İmparatorluk’la dalga geçmeye yöneltti ve buna devam etti. Ancak kendileri (subaylar), hesaplarına uyduğu durumlarda tam da kovdukları “Paşaların” düşüncesini yansıtmaktaydı.
Bu köleleştirilmiş düşüncenin bir ürünü 15 Temmuz gecesi gün yüzüne çıktı. Vahim! Nasıl olur da müminlerin ve ülkenin gözbebeği olan ve “Peygamber Ocağı” tabirine mazhar olmuş bir ordu, bünyesinde kendi alışkanlıkları için ve “gizemli” liderlerinden aldıkları emirler doğrultusunda kendi evlatlarının cellatları haline dönüşen bir güruhun yuvalanmasına müsade eder!? Bu olayda da yine 100 yıl öncesinde yaşanan sahneyle karşı karşıya kaldık: bir imparatorluğun yıkılması, topraklarının gasp edilmesi, Müslüman halkın parçalanması ve zayıflatılması. Bu sefer de Batı dünyası darbe girişimi gibi tamamıyla anti – demokratik olan bir eylem hususunda sessiz kaldı, dahası kimi bilgilere göre Batı dünyasının kimi gizli servisleri, yaşı ve söylevleri göz önünde bulundurulduğunda ne cezalandırılması ne de ciddiye alınması gerekmeyen, ancak kepazelik içerisinde ölüme terk edilmesi gereken bir dini “liderin” ardına gizlenerek doğrudan eyleme müdahil oldu.
Bu düşünceye, özgürlük ve “terör” hususularından konuşurken ağızları köpüren ancak diğer yandan 1 saniye içerisinde terör ve bozgunculuğun destekçilerinden başka bir şey olmadıklarını kanıtlayan kimi Batı’lı kuruluşlar da dahil oldu. Biz bunun örneklerine yakın coğrafyamızda yaşanan Sırp – Hırvat, Sırp – Boşnak, Hırvat – Boşnak, Sırp – Arnavut ve Makedon – Arnavut çatışmalarında müşahid olduk. Zaferi hakedenlerin dışında herkes “muzaffer oldu”. Bu “demokratik” güçler o derece ileri gitti ki, güya suçluları cezalandırmak amacıyla uluslararası özel yetkili mahkemeler kurdu, lâkin malesef ancak suçu temize çıkarıp “suçsuzlukları” resmileştirdiler.
15 Temmuz olaylarının yankılarını duyduk ve izledik, hem de en mükemmel şekilde: görüldü ki her ne kadar kimileri için arkaik olsa da, vatan ve bağımsızlık sevgisi mevcuttu ve açıklanmasında kelimeler kifayetsiz kaldı ve şehitlerin kanı bu sevginin daimi mührü oldu. Şehid zamanın şahidi oldu, hem şehid hem şahid oldu. Şehidin mübarek kanı bana pek bilinen bir parolayı dile getiren bir Avrupalı filozofun sözlerini hatırlattı: “Tanrı öldü!?!”, ki işbu filozofun ölümünün ardından devrimci talebeler bir duvar yazısına şunu yazmışlardı: “Tanrı Nietzsche’yi öldürdü”.
Mesele nedir? Mesele şu ki, yaşanan bu olaylar neticesinde İslâm ve Müslümanlık kisvesi altında Allah’a Allah’la savaş açmaya çalışan ve bunu yaparken de yeryüzünde Allah’a savaş açabilecek bir gücün namevcut olduğunu unutan bir hareketin kepazeliği kanıtlanmış oldu. Allah’ın şehid kanına boyanan yüceliğinin kanıtlanmasının yanı sıra, maskelerin düşmesiyle birlikte Kur’an – ı Kerim’in ve Peygamber S.A.V.’in Sünneti’nin işaret ettiği en lanetli ve en tehlikeli yüzler de gün yüzüne çıkmış oldu. Allah adına Allah’a savaş açılmaz; Allah adına kandırmaya ve “ketman”a müsaade edilmez; Allah adına Allah’ın Kelâm’ı değiştirilemez, adaletin ve pirüpak yüceliğin fıtratı bozulamaz. O anlarda Allah’ın yardımı ve Bedir kokusuna müşahid olduk: kan dökülmesine müsade edilmedi ve bu halkın başına en korkunç ve en insancıl dışı şekillerle başına gelmiş olan olayların tekrarlanması engellendi. Kenan Evren önderliğindeki 12 Eylül 1980 darbesini bi hatırlayalım: 600.000’den fazla kişi tutuklandı ve sorgulandı, 1.600.000’den fazla kişi dinlendi ve takip edildi, peki ya izine bir daha rastlanamayan ve intihar vakası olarak kayıtlara geçen ancak aslında öldürülenlere ne demeli? (detaylar için bakınız: http://www.birgun.net/haber-detay/12-eylul-darbesinin-korkunc-bilancosu-78576.html).
Bu söylediklerimin, mevcut iktidarın istediğini yapabilme müsadesi olduğu veya buna hakkı olduğuna dair bir özürleme olarak algılanmasını istemem; hayır, bu denli bir davranışa hakkı yoktur, ve dahi böyle bir şey varsa da bizler buna sessiz kalamayız, zirâ bizler mümin insanlarız ve kutsal bir dine mensubuz, müminlere ise zulüm ve adaletsizlik yasaklanmıştır. Tam manasıyla ve ihlasla inananlar ise şüpheye düşmemeli, hele ki Allah muhafaza korkuya asla kapılmamalıdırlar.
Bu söylenenlerden ne anlaşılmalı ve nasıl bir ders çıkarılmalıdır? Müslüman toplumlarının en önemli mevcut sorunu olan ve Müslümanların en genel küresel problemini teşkil eden hususa yoğunlaşmamız gerektiği kanaatindeyim: özgür ve bağımsız düşünceye nasıl ulaşılmalıdır? Bu denli bir şeyi gerçekleştirebilmek için öncelikle yukarıda belirttiğimiz “köleleştirilmiş düşünceye” değinmemiz gerek.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilân edilmesinin ardından, Türkiye’de sekülerizmin (ki bu ordunun kimliğinde de simgelenmişti) düşünceleri köleleştirme gücüne sahip olmadığı, onun düşüncelere yönelik gücünün başlıca terör ve korku esaslarına istinaden inşa edildiği dogmasını eleştirme cürretinde bulunanlar afaroz edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktaydı. Yeni “kaçketli” adamın oluşturulması için muazzam bir ideolojik baskı uygulanmaktaydı. Bu süreç, kişinin kimliğini tehlikeye atıyordu. Belirli bir süre boyunca “sosyalist/komünist” sistemin içinde yaşayanlar olarak bizler, anti – komünizm ve kripto – komünizm olaylarına şahit olmuştuk, ki Türkiye örneğinde bu olaylar tamamen zıt bir çağrışıma büründü; yani orada “kripto” hakikate savaş açmak ve Türk sekülerizmi standartlarının dahi kabul etmediği bir anti – demokratik sistemin oluşturulması için kullanıldı. Bu “kripto”da büyük bir onto – teolojik ve epistemolojik boşluk gözlemlemekteyiz.
Peki yukarıda zikredilen “ketman” aslında nedir? Onu özürleyip şiar edinenlere göre “ketman”, hakikat sahibinin, Allah’ın isteyerek dalelete sürüklediği ve dalalete mahkum ettiklerinin körlüğü, cehaleti ve art niyeti karşısında kendisi ve sahip olduğu hakikati teşhir etmemesi gerektiği inancıdır. Yani, gerçek kişisel düşünceler gizlenmelidir. Peki ya bu da yetmezse? O zaman ikileme mahal yoktur: açıkça kişisel düşüncelerden vazgeçmekle birlikte, “düşmanı” aldatmak için her türlü hilenin kullanılması dahi önerilmektedir.
Bu durumda karşıdakinin hoşuna gidecek tüm dini iddialar ortaya atılabilir, en saçmasından ritüeller yapılabilir, sahte kitaplar üretilebilir ve varsayıma götüren her türlü araç mübah görülebilir. Bu şekilde “ketmancı” kişide kendini ve yanındakileri kurtarmanın ile inançsızlık batağına batmış muhatabına karşı yüce dini gizlemenin hazzı belirir. Nihayetinde, muhatabını kandırma gayretinde muzaffer olunur ve sözkonusu muhatap hakettiği dini ayıp ve sefaletiyle başbaşa kalır. Yani, bu bir nevi oyunculuktur; insan sürekli olarak “rol yapmalıdır”, maske takmalıdır. Ancak buna rağmen, bu oyun eninde sonunda başarısızlıkla sonuçlanmıştır, zirâ “şeytan aldatılamaz”. Bu belirtilenlerin her ne kadar başlıca dini bir boyutu olsa da, bu “ketman”ın sadece din alanında uygulandığı anlamına gelmez. Zirâ sıklıkla entelektüel, askeri, ahlaki, milli v.b. “ketman”a müşahid olmaktayız. Görüldüğü üzere, ketman zararlıdır, rol yapmaktır.
Mevcudiyetini “ketman” üzerine inşa eden bu yapılanma acaba yok oldu mu? Yoksa bir diğer “ketman” için şartlar mı oluştu? Farklı köşe yazılarını ve televizyonda gerçekleşen tartışmaları esas alırsak, bu “gücün” sürekli olarak şekil değiştirdiğini, bunu da pek kolaylıkla yapabildiğini, zirâ “ketmanıyla” belki Doğu’lu belki Batı’lı, belki dinî belki de dinsiz bir ideolojiye hizmet etmektedir. Peki neden?!? Çok basit, çünkü Hakikat’ten uzaktır. Örneğin, günümüzde hakikati konuşan insanlar vardır, ancak aynı insanlar bir anda savundukları tüm değerleri unutup hakikat olmayanı ve mantıklı olmayanı savunabilmektedir. İslâm mevzu bahis olduğunda örneğin, terörü ve suçu kınamak yerine “İslâmi terör” sentagması oluştu.
Türkiye’deki son (inşaAllah) darbe girişimiyle şüphesiz çok önemli bir şey yaşandı. Birincisi, darbelerin geleneğinde olan katliam vahameti engellendi, zirâ bu denli bir şey yaşansaydı, dini ve siyasi mensubiyetine bakılmaksızın pek çok entelektüel ve hür düşünce insanı cezalandırılacak; insanlar idamlara çarptırılacak; en sofistike köleleştirilmiş düşünce sistemi oluşturulacak; insanların zihinlerine ve kalplerine korku salınacak; o devlet ve halkı bambaşka bir istikamete doğru yol alacaktı, dolayısıyla da bu durum bölge coğrafyasını benzer şekilde etkileyecekti. Tüm bu yaşananların ardından Müslümanlar olarak bizlerin bu tür hareketlerden veya bu “ketman” şartlarını oluşturan farklı iktidarlar ile onların tehlikelerinden nasıl korunabileceğimizi öğrenmemiz gerekir.
Bunun için ise pek meşakatli bir entelektüel gayrete ve İslâm ile Müslümanlar hakkında oluşturulan kara bulutları dağıtabilecek mahiyette hür, ancak ahlaki sınırları belli olan bir düşüncenin oluşmasına ilişkin köklü reformlara ihtiyaç duyulmaktadır. Müslümanların her zamandan çok tehlikeye maruz kaldıkları aşikârdır. Bu gerçek farklı konuşmalarda, kalabalık buluşmalarda ve dünyanın farklı şehirlerindeki havaalanlarında dahi gözlemlenmektedir, ancak bu şekilde kalmamalıdır; Türk demokrasisi Türk insanının düşüncesinin özgürleştirilmesinin temellerini atarken, yakın geçmişine ilişkin objektif ve adil bir değerlendirme de yapmalıdır, zirâ bu bağlamda hiçbir zaman adil ve onurlu bir adım atılmamıştır.
Türkiye’deki mevcut iktidar, maruz kaldığı tüm haksızlıklara rağmen çok ciddi bir sorumlulukla karşı karşıyadır. Bu iktidar bir mağdur düşüncesi oluşturmamalı ve geçmişe, günümüze ile geleceğe nasıl muamele etmesi gerektiğini unutmamalıdır. Zor ve tehlikeli bir zaman diliminden geçmekteyiz ve her geçen gün ile birlikte sözkonusu olayın kesinlikle inanç ve kurallarla bir alakası olmadığı, aynısının insanlığa en ufak bir faydası dokunmadığı kanıtlanmaktadır. Bunun için pek tabi ki bir kurtarıcı paradigmaya ihtiyaç duyulmaktadır, ki aslında Türkiye tam da bunu yapmaktadır, zirâ hiçkimsenin özgürlüğünü elinden almamaktadır, çünkü özgürlüğün ne alındığını ne de verildiğini bilmektedir. Burada belki de kimisi Gülen Hareketi’nin “özgürlüğünün” durumu hakkında polemik oluşturmaya kalkabilir; cevabı şudur: onlar özgürlüğü istemiyor; özgürlüğü isteselerdi, şeytanî “ketman” metodunu kullanmazlardı.