Eski Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yasir Arafat’ın 36 yıl önce Cezayir’de ilan ettiği Filistin Bağımsızlık Bildirgesi, Filistinlilerin devlet statüsü kazanmasında dönüm noktası olarak görülüyor.
Arafat’ın 36 yıl önce Cezayir’de ilan ettiği Bağımsızlık Bildirgesi’nin, Filistin’in bugün 146 ülke tarafından devlet statüsüyle tanınması açısından en önemli adım olduğu belirtiliyor.
Uluslararası hukuk uzmanları, günümüzde 146 ülke tarafından tanınan Filistin devletinin, özellikle Batılı ülkeler tarafından tanınmasının önündeki en büyük engelin ABD’nin diplomatik baskısı olduğuna dikkati çekiyor.
Uzmanlar, Filistin’in devlet statüsünün Gazze’de devam eden soykırımın hesabının sorulması açısından son derece önemli olduğunu vurgulayarak, hem Güney Afrika’nın İsrail’e karşı Uluslararası Adalet Divanında (UAD) açtığı soykırım davasına müdahil olmasını, hem de Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) İsrail yetkilileri hakkında soruşturma yürütmesine hukuki zemin oluşturduğunu vurguladı.
Filistin Bağımsızlık Bildirgesi’nin hukuki danışmanlığını yapan ABD’li insan hakları Profesörü Francis Boyle ve Ohio Devlet Üniversitesi Uluslararası Hukuk Profesörü John Quigley, AA muhabirine bildirgenin hazırlanma sürecini, Filistin’in devlet statüsünün hukuki temellerini ve uluslararası tanınmanın önündeki engelleri değerlendirdi.
Bildirgenin iki amacı
Boyle, FKÖ’nün kendisini 1987’de Birleşmiş Milletler (BM) Genel Merkezi’nde Altı Gün Savaşı’nın 20. yıl dönümünde konuşma yapmak üzere davet ettiğini belirterek, “O konuşmada Filistinlilerin kendi bağımsız devletlerini tek taraflı ilan etmelerinin, BM üyeliği için başvurmalarının zamanının geldiğini söyledim.” dedi.
Filistinlilerin talebi üzerine bir muhtıra hazırladığını aktaran Boyle, “1988 ağustosunda Ürdün Kralı Hüseyin’in Batı Şeria ile tüm bağlarını koparmasının ardından FKÖ kendi devletlerini kurmaları gerektiğini anladı. Bu sırada 1987 aralığında Gazze’de başlayan İntifada’nın liderliği, 1988 martında FKÖ’den kendileri için bir devlet kurmasını istemişti.” ifadelerini kullandı.
Bağımsızlık bildirgesini hazırlamasının iki önemli amacının olduğunu anlatan Boyle, “Birincisi, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkı ve kendi devletlerine sahip olma hakkı. İkincisi, Filistinlilerin Siyonistler tarafından yok edilmekten korunmak için bir devlete ihtiyacı vardı. Bugün bunu Gazze ve Batı Şeria’da görüyoruz.” değerlendirmesinde bulundu.
“Devlet statüsü Filistinlileri hayatta tutuyor”
Boyle, 193 BM üyesinden 146’sının Filistin devletini tanıdığını kaydederek, “2012’de BM’de tam üyelik statüsüne benzeyen gözlemci devlet statüsü elde etti. Son olarak (Mayıs 2024) BM Genel Kurulu, oy kullanma ve göreve seçilme hariç tüm üye devlet haklarıyla birlikte Filistin’in statüsünü neredeyse ‘fiili olarak’ üye devlet seviyesine yükseltti.” dedi.
Filistin için “Devlet Statüsü”nün önemini anlatan Boyle, “Devlet statüsü bugün onları hayatta tutuyor. Sahip oldukları tek yetki ve güç kaynağı bu. Bu aynı zamanda Filistin’in uluslararası anlaşmalara ve uluslararası kuruluşlara katılmasını sağladı. Örneğin, Güney Afrika’nın UAD’deki İsrail’e karşı soykırım davasına Filistin’in katılabilmesi ancak 15 Kasım 1988’den bu yana devlet statüsüne sahip olmasıyla mümkün oldu.” değerlendirmesinde bulundu.
“BM üyesi hiçbir devlet yok edilmedi”
Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin avukatı olarak UAD’deki soykırım davası deneyimlerine değinen Boyle, “BM tarihinde hiçbir üye devlet yok edilmedi. Bazıları, Yugoslavya veya Sovyetler Birliği gibi dağıldı ama hiçbiri yok edilmedi.” dedi.
Boyle, “Bosnalılar için yaptığım çalışmada, BM, Avrupa Birliği (AB) ve Clinton yönetimi onların devletliğini ve BM üyeliğini yok ederek onları da yok etmeye çalıştı. Bugün o BM üyeliği Bosna’yı hayatta tutuyor, Bosna’nın devletliğini koruyor. Aksi takdirde tarihe karışmış olurlardı” ifadelerini kullandı.
ABD hükümetinin hala Filistin’in devlet statüsüne karşı çıktığı ve bunu kabul eden devletlere baskı kurduğunu söyleyen Boyle, “Farklı Avrupa ülkelerine Filistin devletini tanımamalarına yönelik muazzam bir baskı uyguluyor. AB yıllar önce Filistin’i tanıyacağını söylemesine rağmen, ABD baskısı, gözdağı ve zorbalığı nedeniyle hala bunu yapmıyor. NATO üyesi Norveç’in geçen bahar Filistin’i tanıması önemli bir adım.” dedi.
“Filistin, Lozan Antlaşması ile devlet statüsü kazandı”
Ohio Devlet Üniversitesi Uluslararası ve Karşılaştırmalı Hukuk Profesörü John Quigley ise 1988 bildirgesinin farklı bir boyutuna dikkati çekti.
Quigley, “1988 bildirgesi, FKÖ’nün Filistin’in hükümeti olduğunu ortaya koyması açısından önemliydi. Ben bunu bir devlet ilanı olarak görmüyorum. 1988’deki bildiri daha ziyade, 1923’ten, Lozan Antlaşması’ndan bu yana var olan bir devletin hükümet ilanıydı.” dedi.
Lozan Antlaşması’nın 16. maddesine atıfta bulunan Quigley, “Türkiye’nin temel olarak Anadolu dışındaki tüm topraklarda egemenlikten feragat etmesiyle birlikte Filistin, Irak ve Suriye devletleri ortaya çıktı.” diye konuştu.
Quigley, Filistin’in zaten 1923’ten bu yana devlet olarak kabul edilmesi gerektiğini vurgulayarak, “1924’te Uluslararası Daimi Adalet Divanı’nın Mavrommatis Filistin İmtiyazları davasında, Lozan Antlaşması sonucunda Filistin’deki egemenliğin İngiltere’ye veya başka birine değil, Filistin’e ait olduğu belirtildi.” değerlendirmesinde bulundu.
“ABD baskısı tanıma sürecini engelliyor”
Her iki uzman da Filistin’in tanınmasının önündeki en büyük engelin ABD’nin baskısı olduğunu vurgularken, Quigley Filistin’i henüz devlet olarak resmen tanımayan ülkelerin bunu yapmasına ABD’nin engel olduğuna dikkati çekti.
Quigley, “Filistin’i devlet olarak tanımak için ABD’nin pozisyonuna aykırı bir tutum almak zorundalar ve ABD’ye karşı çıkmakta isteksizler. ABD yarın Filistin’i tanıdığını açıklasa, diğer devletler de hemen tanır.” ifadelerini kullandı.
Tanınmanın önemine işaret eden Quigley, “BM Genel Kurulu’nun mayıs ayında Filistin’i neredeyse tam üye devlet olarak kabul eden kararı, ABD’nin karşı çıkmasına rağmen kabul edildi. Bu, Filistin’in BM faaliyetlerine tam olarak katılabilmesi açısından önemli bir sembolik değere sahip.” dedi.
Uluslararası hukukta devletlerin tanınması
Uluslararası hukukta tanıma, başta devletler ve uluslararası kuruşlardan oluşan “uluslararası hukuk kişilerinin” bir durumu, bir olguyu veya bir ilişkiyi hukuka uygun kabul ettiğini ve bundan böyle ilişkilerini bu kabul temelinde yürüteceğini bildirdiği tek taraflı işlemleri ifade ediyor.
Uluslararası hukukta devletin unsurları, sınırları belli toprak parçası, o toprak üzerinde yaşayan sabit insan topluluğu, bu topluluğu idare eden siyasi otorite ve diğer devletlerle ilişki yürütebilme yeteneği şeklinde 4 maddede gösteriliyor.
Bu unsurlar, geçerliliğini uluslararası hukukta uzun yıllar devam eden teamül kurallarından alırken, başta İsrail ve ABD, bu 4 şartın Filistin için henüz oluşmadığını savunarak, Filistin’in bağımsız devletler gibi diplomatik ilişki kurma çabalarını engelliyor.
Batı’nın “tanıma” üzerindeki tahakkümü
Uzun bir geçmişe sahip olan “devletlerin tanınması”, özellikle 19. yüzyılda İspanyol Sömürge İmparatorluğu’nun dağılması ve 1803-1815 yıllarındaki Napolyon Savaşları sonrasında Latin Amerika, Avrupa ve Afrika’da büyük önem kazanmıştı.
Fransız İhtilali ile birlikte önemini giderek artıran devletlerin tanınması meselesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dekolonizasyon hareketleriyle birlikte uluslararası hukukun en ihtilaflı konularından biri haline gelmişti.
Avrupa devletleri, uzun yıllar boyunca “tanıma”yı devlet olmanın ek şartı olarak kendi tekellerinde kullanırken, kimin devlet olup olmayacağına karar verme ayrıcalığını kendilerinde görmüştü.
Kurucu ve beyan edici teoriler
“Tanıma”nın devlet olmanın bir şartı görülmesine karşı çıkanlar ise devlet unsurlarına sahip olunması durumunda tanımanın “kurucu” bir rolünün bulunmadığını, mevcut bağımsız bir devlet olma halinin “beyan edilmesi” anlamına geldiğini savunuyor.
Kurucu teori, bir devletin ancak tanındığında var olduğu anlamını taşırken, bu, devleti oluşturan 4 unsura bir yenisinin eklenmesi anlamına geldiği için eleştiriliyor.
Öte yandan, bir devletin varlığının, kendisiyle eşit durumdaki ve üstün olmayan başka bir devletin tanımasına bağlı olması da hukuken adil bulunmuyor.
Beyan edici teori ise bir devletin tanınsa da tanınmasa da var olduğunu savunurken, bu yaklaşıma göre tanıma, sadece devletin varlığının kabul edilmesini ifade ediyor.
Her ne kadar kurucu görüş bir dönem Batılı devletler tarafından yaygın şekilde savunulsa da bugün beyan edici görüş daha fazla benimseniyor.
Filistin için “devlet” olarak tanınmak ne anlama geliyor?
Tanıyan ülke sayısındaki artış, Filistin halkının çabalarının sonuç verdiğini gösterirken, bu durum İsrail ile yapılan müzakerelerde ve uluslararası düzeyde pazarlık gücünü artırıyor.
Filistin için devlet olarak tanınmak, diğer devletlerle eşit düzeyde diplomatik ilişki kurulması anlamına geliyor.
Bu sayede Filistin, kendisini devlet olarak tanıyan ülkelerle karşılıklı büyükelçi atayabileceği gibi BM’ye tam üyelik yolundaki ABD vetosunun da meşruiyetini azaltıyor.
Bunun yanında Filistinlilerin pasaportları diğer devlet vatandaşları gibi, tanıyan ülkelerde geçerli hale geliyor ve bu ülkeler iç hukuklarında Filistin’in devlet olmasına ilişkin düzenlemeler yapabiliyor.
Ayrıca işgal altındaki bu toprakların Filistin devletine ait olduğunu tanıyan devletlerce kabul edildiğini ve İsrail’in bu topraklardaki ilhak çabalarının reddedildiğini gösteriyor.
Filistinliler için tanınma, mevcut işgal ve Gazze’deki saldırılar açısından doğrudan bir değişikliğe sebep olmasa da çatışmaları sonlandırma, kalıcı çözüme ulaşma ve işlenen suçların hesabını sorma noktasında fayda sağlıyor.
Hükümet tanıması farklı kriterlere dayanıyor
Uluslararası hukukta hükümet tanıması, devlet tanımasından farklı olarak sadece darbe, ayaklanma veya işgal gibi olağan dışı durumlarda söz konusu oluyor. Bu durumda temel kriter “etkin kontrol” olarak öne çıkıyor.
Bir ülkenin belirli bölgesinde etkin kontrole sahip olan otorite, o bölgede “fiili yerel hükümet” olarak tanınabiliyor. Ancak bu tanıma, merkezi otoriteyi dışlamıyor ve bütün ülkenin meşru temsilcisi olarak kabul edilmiyor.
Uluslararası hukukta hükümet tanıması konusunda iki önemli yaklaşım bulunuyor. Eski Meksika Dışişleri Bakanı Jose Maria Estrada’nın 1930’larda geliştirdiği doktrin, bir hükümetin tanınmasında demokrasi, özgür seçim gibi siyasi kriterlere bakılmasının iç işlerine müdahale anlamına geleceğini savunuyor. Bu doktrine göre, bir hükümet ister olağan ister olağan dışı yollarla başa gelsin, eğer ülke üzerinde etkin kontrol sağlıyorsa tanınmalı.
Buna karşılık, eski Ekvator Dışişleri Bakanı Carlos Tobar’ın geliştirdiği doktrin ise demokratik meşruiyeti ön plana çıkarıyor. Tobar doktrinine göre, seçimle iş başına gelmeyen ve anayasal çerçeve dışında oluşan hükümetler tanınmamalı. Ancak uluslararası barış ve güvenliğin devamı açısından Estrada doktrini daha yaygın kabul görüyor.
AA