Kuzey Makedonya ve Balkanların önemli münevverlerinden ilahiyatçı – yazar Prof. Dr. İsmail Bardhi’nin “Estetik Ahlaktan Yoksun – Ezan” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz.
“Namaz vakti gelince biriniz ezan okusun ve en yaşlınız imamınız olsun!”
(Sahih hadis, Buhari, 628; Müslim, 674)
Kuran bize “hiçbir şeyin – hatta oyunun bile – boşuna olmadığını” öğretiyor. Fakat hakikatlere ve dini emirlere ne olduğunu gördüğümde, neye ihtiyacımız olduğuna dair “popülist” bir soruyla karşı karşıya kalıyorum. Yoksa ezan, cemaat, cenaze, vaazlar gibi dinin “oyun olmayan” olgularına ihtiyacımız var mı? Kaldı ki bunların hepsi ciddiyete dayalı “oyun” olarak sona eriyor. Her ne kadar oyun da bir tür ciddiyet olsa da, bizde bu hususu tam olarak hangi kefeye koyacağımı bilemiyorum. Herman Hesse’nin iddia ettiği gibi, dünyanın tüm ruhsal içeriğinin oyunda yeniden üretilebileceği doğruysa, o zaman oyun dünyası yalnızca gizli derinliklerinden ya da insan ömrünün sınanmasından dolayı değil, daha ziyade, insan yaşamının birliğine ve onun aktif pratiğine karşı çıkan inatçı bir alışkanlıktır. Teknokratik dünyanın, bireyin ve öznel olanın değerlerine karşı duyarsızlığın ve küstahlığının yozlaştırıcı ruhunu destekleyen çağdaş toplumun ideolojik ve pragmatik yapılarının etkisi altında oyun, bağımsız ruhu ve dokunulmaz fıtratının aksine, olmadığı bir hüviyete bürünmeye zorlanmaktadır. Standardizasyon, klişeleştirme ve muğlaklık eğilimleri, modern insanın isteklerinin çoğunu emdi, ancak hem yaratıcılık pratiğinden hem de oyun dünyasının çeşitliliğinden çok uzak kaldı.
Ezcümle, konumuzdan uzaklaşmayalım: Sorumluluk olmadan, anlam olmadan hiçbir şey olmaz. Aslında hem anlamın hem de anlamsızlığın “anlamı” olması gerekir. İslam inancının anlamı ve sorumluluğu vardır. Dinin insanlar için “afyon” olduğunun zikredildiği zamandan beri devam eden ezan meselesi, uzun zamandır bir Müslüman olarak beni meşgul ediyor. O zamanlar sınırlı sayıda dinî sorumluluk/kurumsal özgürlük mevcuttu, zira hamurları çok çabuk tükenmişti. Günümüz zaviyesinden, geriye şu soru kalıyor: O zaman ezan neden yasaklanmadı?!? Her şeyin yasak olduğu Arnavutluk’u tenzih ediyorum (şükürler olsun ki en azından ruhu “yasaklama” imkânları yoktu; pardon, o da yasaklandı). Minarelerimizden ezan sesi o zaman da duyuluyordu ve kendine has bir büyüsü vardı. O zamanlar bu istek ya da emir cehaletle kültür arasında bir merhaledeydi, hâlbuki günümüzde mezkur dinî çağrının tam olarak nereye dayandığını bilmiyorum: Sanki ezanı kimin okuyacağı konusunda arkadaşlarına danışan ve gördüğü rüyanın neticesinde vazifeyi Bilal’e tevdi eden Muhammed Mustafa’nın geleneğinden ziyade, elektrik akımını mı esas almakta acaba? Buradaki endişe nerede? Mesele sadece dinî değil, aynı zamanda insani de (insandan kasıt, benî Âdemin çocuksu ve kültürel muhtevasıdır), mesele ezanın kim tarafından ve neden her normu unutarak okunduğu endişesidir. İşte bu ezan namaza davet eden değil, namazdan uzaklaştırandır. Kâfirler ve onların çocukları, bu ezandan hareketle, İslam’ın huzurunda sukût etmek yerine, dehşete kapılırlar.
Bunu mümkün olduğu kadar açıklığa kavuşturmak için bir örnek vereceğim. Avusturyalı bir Müslüman, Efendimiz Aleyhisselam’ın bizlere çocuklarımızı eğitme yönündeki çağrısını uygulama amacıyla, cami ve cemaati tanımak için 4 yaşındaki kız torununu yanına alarak camiye gitmiş. Ve camide birdenbire “azami” bir ses seviyesiyle ezan okunmaya başlanmış. Küçük kız, anında kulaklarını kapatıp çığlık atmaya başlamış, ne olduğunu anlam veremeden yardım istemeye başlamış. Kızın dedesi bana “Ne yapacağımı bilmiyordum. Ona bunun Müslüman ezanı olduğunu söylemeye çalıştım ama aslında anlamadığını gördüm çünkü hala gözleri yaşlarla doluydu ve korktuğu için oradan kaçmam için bana yalvardı…” dedi. Bu olay bana Üsküp’teki camilerimizde sabahları adeta mikrofonu kimin daha çok ağzına yaklaştıracağına veya eliyle “sağ ve sol” mikrofona vurarak daha çok ses açacağına dair spor müsabakalarındaymışçasına yarışan “farklı” müezzinlerden gelen ezanların durumunu hatırlatıyor. En büyük sürpriz ise burada küçük paralarla dini aldatmaya çalışan gayretçiler bile, Japon olsun, Rus olsun, Fransız olsun dünyanın çeşitli tanınmış firmalarının en büyük ve en güçlü “cihazına” sahip olmak için büyük paralar vermeye hazırlar Ah, dürüst olmak gerekirse, Rabbimizin ezanını okuyan bir adamın sesini duymayı nasıl da özledim!
Komünizm zamanında sadece birkaç cami vardı ve bunlar bir nevi yerle gök arasında bir mesabedeydiler, korkutuldular, kınandılar, tecrit edildiler, az sayıda cemaatle, daha çok susmak için eğitilmiş, gözleri ibadet için nemli bir cemaate sahiptiler. Bunun sebebini inanın hâlen bilmiyorum: inanç korkusundan mıydı, yoksa insanî sorumluluğun tezahürü olarak insanlığın nereye gittiği korkusundan mı? O zaman bile, resmi dinî kurum, maddi varlığını sahip olduğu yetkinlik ve sorumluluktan ziyade ceza vasıtasıyla sürdüren resmi bir “ajans” idi. Bugünün bakış açısıyla değerlendirdiğimizde, o zamanlardaki korku ve şiddetten anlıyoruz ki, her ne kadar geçmişte ve günümüzde cesur olduğumuzla övünsek de, aslında durum böyle değil, çünkü bilgeliğe dayanmayan cesaret zararlıdır, büyür, gelişir, şekil değiştirir ama fıtrat aynıdır, çünkü fıtrat değişmez. Günümüzde o dönemdekiler hakkında neden sessiz kaldıkları, neden beceriksiz olduklarına dair sorduğumuz “suçlayıcı” sorular gibi, bunun özeleştirisi olarak otomatikman karşıma çıkan soru şu oluyor: Gelecek nesiller bizim hakkımızda ne diyecek?!? Sanırım “Şanslıydılar” diyecekler. Çünkü ben sadece 5-6 kişi ve birkaç imamın olduğu bir dinî kurum hakkında konuşabiliyorum, ama gelecek neslin hâlihazırda kaç “yetkilisi” (“slujbenik”) olduğu bilinmeyen (sırada bekleyenleri saymıyorum bile) günümüz dinî kurumu hakkında neler diyeceğini konuşacağını bilmiyorum. Durum gerçekten acı verici ve korkutucu, zira aklı başında berrak bir zihin, günümüzde ezanın hikmeti ile “kasıtlı” gürültüden başka bir şey olmayan “sesi” ayırt edemeyen bir topluluğun “geçmişinin” akla karasını ayırt etmelidir.
Cebe indirmekte mahir olduğumuz/olduğunuz “dinin parası” dışında din kültürü, sanatı, şeriatı, beslenmesi, giyim kuşamı gibi dinî kurumun ciddi meseleleriyle uğraşacak kapasiteye sahip olmadığınızı/olmadığımız biliyorum. Peki, ezansız ve estetiksiz ezanı anlamayacak kadar da aciz miyiz?! Aslında, ezan bizde estetik ahlâkını kaybetmiştir. İslâmi eğitim sabah namazı için müstesna bir kültür oluşturmuş, yaşayan adamın minareden sesiyle, bedeniyle çağırdığı ve komşuları rahatsız etmemeye özen gösten, sabahın sahip olduğu özel bir makamla ezan okuması, İslam’ın hikmetinden hareketle ruhların onu yaşaması ve tadını çıkarması amaçlanmıştır. Dört bir yandan kulağıma gelen ve evvela korkumu uyandıran günümüz ezanına ben ne diyeyim! Ve bunu bir Müslüman olarak ben söylüyorum, dinimize mensup olmayanları konuşmuyorum bile. “Kurumsallaşmış” Müslümanların kendilerine sunduğu bu travmayı gayrimüslimlerin ve ateistlerin çocuklarının bile yaşadığına inanıyorum. Büyük bir sorumlulukla, elbette imanla söylüyorum ki, Allah’tan bir emanet olarak aldığımız iman ve insan olarak üzerimize düşen sorumluluğa biraz dikkat edersek kendimize şu soruyu sormalıyız: Ne yapıyoruz? Bu eylemin sadece dinin imkânsızlığını mümkün kıldığının farkında değil miyiz? Bu, dine karşı manevi bir nefret yaratır, bu “kulakları dine sağır eder”, bu din düşmanlarından ona karşı bir savaş hazırlığı da olabilir, hâlbuki dinin küfürle “mücadele” ve insanlara kurtuluş, dinî sükûnet, din sevgisi, din sevinci, yani ezan sevincini aşılama gibi sorumlulukları vardır. Ezan farz değildir. Din saadetinin zirvesi sayılan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in hakiki sünnetidir. Fakat burada dinin saadeti nerede bilemiyorum: müminler, din görevlilerinden, İslam’ın ve Müslümanların karşı karşıya kaldığı sarıklardan, sarilerden, aldatmalardan ve bu din kurumunun nasıl yıllarca teatral komedi boyutlarına geçtiğinden şikâyetçidir.
Ezan, müminlerin yaşadıkları ülkedeki inanç ve kültürünün izleneceği, İslam dininin en tatlı anı olmuştur ve olmalıdır. Bunu anlamak için dini, kültürel, entelektüel bir bilgelik gerekir. Bu çoğunluğun isteyip istememesi meselesi değildir, buna ihtiyacımız var, zira öleceğiz. Hayır, bu bir sanrı, bu hezeyan. Bu, insanların geçmişte zina yapmaları veya alkolik olmaları nedeniyle kusurlarla dolu oldukları ve ancak gayrimüslimleri rahatsız edecek bir şey aramalarından kaynaklanmaktadır, Müslümanlardan bahsetmiyorum bile. Ne yazık ki Batı’da da uygulanan bir şey bu. Önce cami şart, sonra inanç ve İslam öğretilir, kültürden bahsetmiyorum bile. Böyle kimseler Peygamberimizin Hirası’nı unuturlar, Müslümanların suskunluk zamanını unuturlar, bunu da İslam’ı kaynağından uzaklaştırmamak, İslam’a, Allah’ın ilhamla ve harflerle yazdırdığı, yazılmadığı ve sadece işitildiği bir dine sahip olmak için yapıyorlar, zira ebediyetin kaynağı harf olarak “harf olmayan”, yarın ki ezanın sunacağı bir şeye benzer. Makam güzellikten ve ebedi kurtarıcıdan çağrıdır. Peki biz ne yapıyoruz? Birincil derecede gürültü ve rahatsızlık… Bunun bir yere girip, kırıp döküp sonra yaptıklarından dolayı aptal gibi ağlayan sarhoş bir adamın zihniyetinden ne farkı var?!? Bu zihniyetinde ibadet ruhunda, Hira ve Mihrap ruhunda yer edinmesi kabul edilemez.
Evet, Müslümanların cami ve minareler inşa etmeleri imanın nişanesidir, ancak burada kast edilen tuğla ve çimento ile inşa etme değildir, çünkü bunlar Han Elez ve Usje’nin Üsküp’teki çimento fabrikası tarafından yapılmıştır, burada kast edilen camilerin Hira imanıyla ve Kur’an İslâmıyla inşa edilmeleridir. Zira Kur’an ve Sünnet’te “Dikkat et, rahatsız etme; dikkatli olun, nefrete fırsat yaratmayın, çünkü bu din Allah’ın emanetidir ve kaynağın devamlılığını, manevi kurtuluşu içinde barındırır” denilmektedir. Bununla demek istediğim, öyle görünüyor ki, nasıl gelişeceğimizi, dini nasıl yorumlayacağımızı, hatta bugünü, yarını, yarından sonraki günü düşünerek “kültürel” bir hata yapıyoruz… ve bunu da Sokrates’ten başlayarak “bizim tarihimize” kadar düşündüğümüzde sürekli tekrarlıyoruz(bir Arnavut filozoftan bahsetmek istedim ama hatırlamıyorum, bu yüzden Avrupa’da Serene Kierkegaard veya Edgar Moren ile birlikte Sartre dönemine dek ki zaman dilimini kapsıyorum). Sonunu düşünerek dini “geliştirmeyi” alışkanlık haline getirdik ve aslında bu yöntemi kullanıyoruz. Ama bu yöntemin bizzat düşünmenin “felsefesinin”, tabii ki dinin kabulü/reddinin de bir bunalımı olduğunu söylüyorum. Din sadece bir olgu olarak değil, aynı zamanda bir kültür olarak da kalıcı bir kaynağa sahiptir ve kaynağı sonla birlikte başlangıçtır. Din için bu, saatin tiktak anı olarak kabul edilir, sadece bir kez olur, tekrarı yoktur. Dinin tiktakı kalıcılıktır ve bizler burada bu tekrarlanamaz ana ehemmiyet arz etmek için yaratıldık. Tabii ki, bu çok zor. Yüzlerce yıl yaşamış ve kurtuluşu zar zor anlamış olan Nuh’un kavmini hatırlayın, bu yüzden ne karısı ne de oğlu kurtuluş gemisine binme şansı bulamadı. Nuh’un kavmiyiz dememi mi bekliyorsunuz? Evet! Aradaki fark hem Nuh’a, hem Adem’e, hem de İdriz’e, İshak’a, Muhammed Mustafa a.s.’a ait olmamızdır. Bu isteği, bu ilahi düzeni temel çağrıdan geçersiz kılmamız dini ve kültürel bir bunalım değil mi? Hikmetli bir söz der ki: bilge insan, kendine doğru zamanda hesap vermeyi bilen ya da olması gereken yere yakın olandır. Biz değiliz, nerede olduğumuzu bile bilmiyoruz. Komünizm döneminin eski cemaatinin camilerimizdeki mevcut cemaati “gördüklerinde” gücendiklerini inanarak söylüyorum. Şimdi camiye sadece Cuma günü gitmek, bazılarının resmi, bazılarının gayri resmi olduğunu kanıtlamak moda oldu – ama herkes bizimle alay ediyor, konuşmalarımızla, derslerimizle alay ediyor, çünkü dini tadı tuzu olmayan bir yemek olarak görüyorlar. Bence sükunetin kendi kendine doldurduğu ve bizim kendisine “zarar verdiğimiz” bir zamanda bile, söz konusu aparatın seslerine yenik düştüğümüz için, yüksek sesle okunan ezanın bu ruhumuzdaki gürültünün tezahürü olduğunu düşünüyorum.
İnsan öznelliğini ve yaratıcı çeşitliliği korumazsa, insanın duygusal eyleminin, insan deneyiminin, belirsiz duyarlılık alanlarının ve insanın “somut evrenselliğinin” sembollerini ifade etmezse, ezanın özgür bir yaratıcılık eylemi olarak gerçekleşmesi olası değildir, yeninin karmaşık bir eylemi olarak sanatın yanına bile yaklaşamaz. Özgün ezan, ifade edilen manevi ve estetik boyut olmadan var olmaz. Elbette her ezan sanat değildir ama oyun da değildir. O zaman meselenin gerçekten de oyunla ve onun merhametli ve kurtarıcı estetiğin/çağrının özgür pratiğiyle olan serbest bağlantılarıyla ilgili olup olmadığını kendimize gerçekten sorabiliriz.
Abdullah ibn Zeyd (R.A.) Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)’e geldi ve: “Yâ Resûlallah, dün gece rüyamda iki parçadan oluşan yeşil elbise giymiş bir adam gördüm. Elinde bir zille bana yaklaştı ben de ona zili almayı teklif ederken bana ne için kullanmak istediğimi sorduğunda, insanları namaza çağırmak için buna ihtiyacım olduğunu söyledim, sonra bana daha iyi bir şey öğreteceğini söyledi. Bu, dört defa “Allahu Ekber”, iki defa “Eşheduen la ilaheil-lallah”, iki defa “Eşheduenne Muhammeden Resulullah”, iki defa “Haye ales-salah” ve iki defa “Haye alel-felah”, sonra “Allahu Ekber Allahu Ekber, La ilahe illallah”. Ezan’ın güzelliği ve gücü, İslam’ın özünün açıkça tecelli ettiği sözlerindedir ve bu, tevhiddir, Allah’ın bir olduğuna ve Muhammed’in – barış onun üzerine olsun – O’nun elçisi olduğuna şehadet etmektir.
* * *
Bu makaleyi Kurban Bayramı günlerinde yani tam da Müslümanların kurban kesme mükellefiyetini ifâ ettikleri bir dönemde kaleme aldım. Konudan sapmamak adına şunu söylemek isterim ki hakikaten Müslüman mahalle ve yerleşim yerlerinde et ve kurban eti ve diğer atıklarının çöp tenekelerinden taşacak şekilde atılması – hâlbuki kurban mevzusu ilelebet dinî, kültürel ve insani bir mesele olarak kalmalıydı – kendime şu soruyu sormaya itti: Kur’an’ın ve Peygamber’in (s.a.v.) kurban hakkında söylediği şey bu mu? Görünen o ki biz Müslümanlar “içeride” çok temiz olabiliyoruz ama dışarıda sokakta buna “karşı çıkıyoruz”.
12.07.2022