Balkanlarda savaşlar başlar, savaşlar biter, bir tartışma kapanır, yeni bir tartışma açılır, mahallede bir kavga başlar o da biter ama canlılığını kaybetmeyen tek bir şey vardır, o da “kimlik” çatışması. Bu konu yeni değil, eskinin de çok eskisinden beri devam eden bir konudur. Bazı dönemlerde savaşlar çıkartacak kadar gücü olan bu çatışmanın, belirli dönemlerde ise etkisi düşük olur. Böyle bir bölgenin idare edilebilmesi gerçekten çok zor. Bizler bunu bugün de çok açık görebiliyoruz. Her insanı memnun etmek, adaletli davranmak, saygı gösterebilmek, buna keza devlet görevlerinde herkese yer açabilmek zor.
En büyük savaşların arka planında zaten en belirgin özelliklerden biri kimliktir. Balkanlar Osmanlı’dan önce, Bogomilist, Katolik ve Ortodoks kimlikler üzerinden süregelen savaşlarla huzursuzdu. Dinin yanı sıra etnik bölünmeler de eklenince buradaki toplumun ortak kültürü geliştirme yönünde hiçbir katkısı olmamış. Osmanlı hakimiyeti ile bu bölgelere gelen huzur da tam olarak bu kimlik çatışmalarını dengede tutmak adına getirilen yeniliklerden kaynaklanıyordu. Osmanlı Devlet sisteminin en belirgin özelliği hoşgörülü yaklaşımı olmuştur. Diller, dinler, hatta sosyal ve kültürel kadrolar da korunmuş. Günümüzde sıkça kullanılan bir kelime var o da “entegrasyon”. Aslında tam olarak Osmanlı devletinin yaptığı da buydu, entegre etmek. Ama günümüzde ne yazık ki söz konusu Osmanlı olunca “asimilasyon” kelimesini kullanmayı tercih ediyorlar. Aralarında dağlar kadar fark var oysa.
Gündemde olan bir konuyu da burada açmam gerekiyor. Mesut Özil, bir Türk ve Almanya vatandaşı. Biz de Batı’nın “entegre” dediğinden, kendi kimliğini ve milletini koruduğun ve sahip çıktığın sürece entegre olamadığını anladık geçen hafta. Onların entegrasyonu ne yazık ki “asimilasyon” ile suçladıkları Osmanlı’dan çok çok daha gerilerde. Ortak kültürü, saygıyı ve hoşgörüyü kazanmaları için daha çok çalışmaları gerek, tabiri caizse kırk fırın ekmek yemeleri gerek. Onlar yapınca “entegrasyon” biz yapınca “asimilasyon”. İşte bu gibi terminolojiler ile Osmanlı hakimiyeti çıktıktan sonra da Balkanlar’ı zehirleyen bir Avrupa etkisi oldu. Oysaki dedikleri gibi olsaydı, bugün bu topraklardaki milletlerin çoğu 600 yıl içinde çoktan dillerini de, kendi kültürlerini de, dinlerini de unutmuş olmalıydı. Balkan milletleri bir uyum içerisindeydi 600 yıl, özelde herkes kendi kültürüne genelde ise ortak bir Balkan kültürüne tabi oldular.
Günümüz kimlik çatışmalarına baktığımız zaman durum hiç de iç açıcı değil. Kaynayan bir kazan var ve bu yine Balkanlarda. Coğrafi olarak zaten öyle bir yerde ki, patlasa etrafına sıçrayacak, kaynasa kendini yakacak. Çözüm üretmede de çok hatalar yapılıyor. Bir sorunu kapatayım derken başka bir sorun açılıyor. Mesela Makedonya isminin değiştirilmesinde olduğu gibi. Tarih bunu unutmaz elbette, zoraki bir anlaşma olduğu belli. NATO’ya üyelik için davetiye alan Makedonya şimdilerde büyük bir sorunu çözmüş gibi görünse de, bir açığı kapatmak için başka bir yarayı açtı. İsminden feragat ederken, kimlik konusunda hali hazırda Bulgaristan ile bir derdi duruyorken, gelecek için her ne kadar ümitvar olmaya çalışsak da ne getireceğini bilemiyoruz. Komşularla olan dertlerimiz hiç bitmeyecek gibi görünüyor.
Peki, Makedonya’nın içinde ne gibi kimlikler var? Bunu yazınca bile aslında ne kadar karışık bir yapının içinde olduğunu fark ediyor insan. Balkanlarda öyle şehirler var ki, hem bir kiliseye hem camiye ve hem de bir havraya aynı mahallede rastlayabilirsiniz. Genelde de Müslümanların çoğunlukla yaşadığı semtlerde var bu. Birkaç dini unsur bir arada korunmuş. Etnik kimlikler de bir o kadar çok; Makedon, Arnavut, Türk, Boşnak, Sırp, Romen, Ulah, Torbeş gibi birçok millet bir arada yaşıyor. Böyle bir toplumda herkes kendi gardını almış bir şekilde. Üsküp şehri zaten Makedonya’nın bir minyatürü gibi. Şehrin batısını ve doğusunu ayıran Vardar nehri ise, o taraftakiler, bu taraftakiler diye ikiye ayırmış bizi. Ortada yine tarihe meydan okuyan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü yani Taş Köprü var. Makedon’ların içinde ise bir kısım Milliyetçi, diğer bir kısım Sosyal Demokrat; birileri kimliğine, ismine dokunulmasın istiyor, diğer bir kısım da Avrupa Birliğine girmek için ne gerekirse yapılsın istiyor. Arnavutlarda da durum aynı, Katolik olan Arnavutların çoğu Arnavutluk’ta yaşasa da az bir kısmı Makedonya’da yaşıyor. Müslüman olanlardan ise bir kısmı Avrupa ile işbirliği içinde diğer bir kısmı da Osmanlı’nın hoşgörü ve adaletine inanan ve bu topraklarda Türk varlığının onların lehine olduğuna inananlar. Öyle ki onların da aralarında başka bir kavga var.
Türklerde ise hiçbir zaman ötekiye tahammülsüzlük olmadı, ancak her ne ideolojiden olursa olsun Türkiye sevdası olan, buradaki varlığını sürdürebilmek için de Türkiye’nin desteğine güveniyor. Ortak kültürün temel taşı gibi, ancak siyasi yönden bir bölünmüşlük var. İki farklı Türk partisi var, biri muhalefette diğeri iktidarda olan partiler ile koalisyonda olurdu. Ancak bu sefer her iki parti de İktidarda olan Sosyal Demokratlar ile hükümetin içinde yer alıyor. Araları iyi mi, hayır. Ama gene de her iki ya da üç parti Türkiye’nin yanında yer alıyor, yani söz konusu Vatansa gerisi teferruattır diyebiliyor. Bu da bir şekilde toplum olarak bizim ümitlerimizi canlı tutuyor.
Türkiye’de durum başka burada ise durum başkadır. Hiç bir şekilde vaatlere inanmazlar, bir ülkede azınlık olduklarından, kapılarının ancak seçim zamanı çalındığını bilirler. Zorda kalınca “Türkler’i de bir arayalım, soralım” dediklerini, bunda da samimi olmadıklarını bilirler. Buradaki tüm milletlerin ve siyasilerin nasıl nefes aldığını bilirler, kanmazlar her şeye. Sayı olarak değil, insan olarak değer görmek isterler. Özellikle Türkiye’de 15 Temmuz gecesi FETÖ’nün hain darbe girişiminden sonra da, güvenleri kırılmış içine kapanmışlardı. Şu anda ben halkın içinde büyük bir mutsuzluk ve tedirginlik seziyorum. Balkanlar’a 90’lı yıllarda giriş yapan FETÖ zaten buradaki Türkleri tamamen kendi çıkarları için kullanmış, kendi amaçları için merdiven olarak görmüş, milletin vatan hasretliğinden yararlanmış, Müslümanlıklarını bile eleştirmiş, senelerce doğru bildiklerini yalanlamış, en son da vatanlarına ihanet ederek herkesi can evinden vurmuştur. Ne hikmettir ki daha 15 yıl önce yerel derneklerle arası açıktı, hiç sevmediler yerel dernekleri, çünkü onlara değil halka hizmet etmekti yerelin derdi. E haliyle zekatlar, kurbanlar onlara gitmiyorsa, halkı kendi bildikleri yoldan kandırmaya devam ettiler. Zaten okullarında Makedon ve Arnavut öğrenci sayısı yükseldikçe, ihtiyaçları da kalmadı yereldeki Türklere.
Öyle ki Yunus Emre’nin bir şiiri ile selamlıyorum kimlik arayışında olanları “ilim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır”…