İstanbul, şehirlerin en güzeli desem mübalağa etmiş sayılmam değil mi? Bunu Türkiye’yi seven, vatan bilen, uzakta da olsa onu her gün düşünen biri olarak söylemiyorum. İstanbul’u alıp bambaşka bir yere oturtsanız dahi güzelliğinden bir şey kaybetmez. Yine de taş yerinde ağırdır, Türkiye’ye İstanbul ne de güzel yakışıyor. Çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış bu güzel şehrin asilliği her taşından belli.
Eski şehirlerin birçok ismi de olur. Çeşitli dil ve medeniyetlerde farklı şekillerde adlandırılan İstanbul, Grekçe’de Vizantion, Latince’de Bizantium, Antoninya, Nova Roma, Rumca’da Konstantinopolis, Ermenice’de Stinbol, Estambol, Eskomboli, Arapça’da Bizantiya, El-Mahsura, Kustantina el-uzma, Selçuklular’da Konstantiniyye, Mahsura-ı Konstantiniyye, Stambul ve Osmanlıca’da Dersaadet, Mahsura-i Saltanat, İstanbul, İstambol, Darü’s-salatnat-i Aliyye, Asitane-i Aliyye, Darü’l-Hilafetü’l Aliye, Payitaht-ı Saltanat, Dergâh-ı Mualla, Südde-i Saadet gibi isimlerle anılmaktaymış. Balkanların birçok ülkesinde konuşulan Slav dilinde ise Çarigrad ya da Konstantinopol olarak geçer. Bizlerde ise konuşma dilinde -gençler her ne kadar artık İstanbul olarak değiştirse de- hâlâ annelerimiz “İstambol” derler.
Kasım ayının güzel bir gününde, Üsküp’ten havalanan uçakla İstanbul’a indik. Ne zaman İstanbul söz konusu olsa, farklı bir heyecan kaplar yüreğimizi. Üsküp sisli ve soğuktu, yaklaşık bir saat sonra semadan İstanbul göründü. Fark ettik ki İstanbul baharı yaşıyormuş. Bir sisli perde vardı masmavi gökyüzüyle arasında, o perde kalkınca köprüleriyle, boğazı ve deniziyle, yüksek binalarıyla, inşaat makinalarıyla, tarihi ve eskisiyle, iyisiyle ve kötüsüyle bir İstanbul çıktı karşımıza. Hemen yola koyulduk tabi, ayağımızın tozuyla Sultanahmet’e gitmemiz gerekiyordu. Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi güzel bir organizasyona ev sahipliği yapıyordu çünkü. Annem aradı, “İstambol’a vardın mı” diye sordu, “evet evet” deyip alelacele programa yetiştik.
Arada bir etrafıma bakıyor, İstanbul’u arıyordum. Ona Üsküp’ün selamını ulaştırmam gerekiyordu. TYB İstanbul şubesi açılış programını yapmadan önce güzel birer çay içtik. Mekân eski olunca çayın da tadı farklı oluyor. Bizleri karşılayan program koordinatörü Mustafa Özbaş, hemen şube başkanı Mahmut Bıyıklı ile görüşmemizi sağladı. Daha önceden tanıştığımız Mahmut Bey, “Leyla Hanım, Üsküp’ten attığın tweet’ler Üsküdar’ın göbeğinden atılmış gibi etkili” dedi. Derdimiz aynı olunca şehirlerin uzaklığı anlamını kaybediyor zaten. Edebiyat ve kültürel programların öneminden konuştuktan sonra, ilerde daha çok faaliyetlerde buluşma sözü aldık.
Bu gibi faaliyetlerin gereksinimini bu üç günde daha çok anladım. Geçen sürede bir sessizlik vardı, aynı şeyi oradaki yazarlardan da duyunca biraz rahatladım, latife olarak da “Aman ha, biz de Balkanlara küstünüz sandım” dedim. Türk Dünyası Genç Yazarlar Buluşması adı altında birkaç gün gençlerle buluştuk, konuştuk, tanıştık. Bu günlerin içinde aynı zamanda Türkiye Yazarlar Birliği’nden birbirinden değerli yazarlarla da görüşme, hasbihâl etme fırsatı yakaladık. Konuşacak o kadar çok şey vardı ki… Türkiye, 15 Temmuz gibi bir tarih yazmıştı, derdi vatan olan herkesi hâlâ etkisi altında tutan bu tarih belli ki bir süre daha etkili olacaktı.
Dikkatimi çeken bir başka konu da 15 Temmuz travmasıydı. Kimse kimseye güvenmiyordu, bunu Üsküp’te göremiyorduk ama oradayken bu travmayı hissettim. Bu da beni üzen bir başka konu oldu. Kızım sekiz yaşında ve 4 yıldır uyumadan önce bildiği duaları okur; ellerini açıp Türkçe dua eder, en sonunda Türkiye’yi anmayı asla unutmaz. Önce “Bütün dünyadaki çocukları savaştan koru”, sonra da “Türkiye’yi şeytanın şerrinden ve kötülüklerinden koru Ya Rabbi” der. İnşallah masum çocuklarımızın duaları kabul olur da hainlerin sinsi planları ellerinde patlar.
İstanbul’da olunca insanın ziyaret edecek o kadar çok yakını oluyor ki akraba olan, akraba olmayıp kardeş oldukların, tanıdıkların tanımadıkların, tanışmak isteyenler… Ama İstanbul söz konusu olunca zaman biraz farklı işliyor. Her hâlükârda, bir Üsküplü olarak İstanbul’a her gelişimde bir kardeş selamı ulaştırmak için kendime has bazı mekânlar bulurum. Bazı ziyaretler etmeden de duramam. İstanbul’dayken, herkese “İstanbul’u görmem gerek” dediğimde belki biraz tuhaf karşılandım ama birkaç dakikalık muhabbet imkânım oldu yine de bu güzel şehirle. Bir ritüel halini almıştı bu alışkanlık. Hatta bir seferinde aktarmalı olarak Elazığ’a gitmem gerekiyordu, havalimanında iç hatlara geçmeden önce metroya bindim, oradan tramvaya, Gülhane parkından yürüdüm çay bahçesine kadar çıktım, oradan baktım İstanbul’a, sonra aynı yoldan geri döndüm ve Elazığ’a gittim. İşte böyle bir şehirdir İstanbul, ona bakmak değil görmek için gelir insan.
Ama bu sefer, Gülhane’nin girişindeki Alay Köşkü’nde, yani Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesinde gençlerle bir buluşmamız oldu. Elimde hazırladığım bir metin vardı, metni kenara çektim. Yüz yüze, göz göze bir şeyler anlatmam gerekiyordu o güzel mekânda. Konuşmama “Veda vakti gelmişti ve vedalaştık, ve bu yüz yılda bizler neler yaşadık kardeşlerim, hepsini tek tek anlatacağım şimdi…” dedikten sonra kendiliğinden akıp gitti zaman. Öyle bir zaman ki hiç tanımadığın birine derdini anlatır gibi, saatlerin durduğunu hissettiğin bir zaman. Ancak vakit tamamlandığında mucizevi bir şekilde “biz kardeşmişiz meğer” hissine kapıldık, mekânın havası başka bir hâl aldı. Gönlüm rahat, içim ferahtı artık, selam yerine ulaşmıştı.
Ne hikmetse, Üsküp’e döner dönmez Semih Kaplanoğlu’nun “Buğday” filminin Yunus Emre Enstitüsü’nün katkılarıyla düzenlenen gösterimi vardı. Bir nefes gibi güzel geldi o da. Ardından Köprü derneğinin düzenlediği “Balkanların Gelecek Tasavvuru” konulu konferans için Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Yusuf Kaplan Üsküp’e geldi. Bir dizi konferanslardan sonra “İçim dolu Türkiye’ye dönüyorum” dedi. Biz geldik, yüreğimiz gönlümüz doldu, siz geldiniz aynı şekilde oldu. Ve bizler yine geleceğiz, ve sizler yine geleceksiniz, bütün bu gelişler bir gün bizleri yeniden kardeş edecek belki. Yanlış anlaşılmasın, İstanbul’dan ilham almak için aramayız onu onun içinde, bizler “sizi“ bulmak için ararız. “Siz” oradaysanız hâlâ, içimiz rahat döneriz yine geriye. Sizler de gelince bu taraflara “bize uğramadan” dönmeyin geriye…