Biz hiç değişmedik, mahalle sokaklarında dört nala koşarken çocukluğumuz, kalenin dibinde bizdik yüzyıldır nöbete duranlar. Bir asır önce kaybettiğimiz, avucumuzdan kayıp düşecek diye zannettiğimiz, eski sandıkların içinde gizlediğimiz, güvelenmesin diye her baharda havalandırdığımız ak nagışlar ile al yazmalara sarıp sardığımız sancaklarımız var bizim. Yüreğimi sızlatan bir deyiştir “misafirlikte unutulan çocuklar” ancak biz unutulduğumuza hiçbir zaman inanmadık. Vatan sınırları yeniden çiziliken, bir asır sonra Rumeli’de doğmak, onda yaşamak, dededen kalan emanetleri korumak, değişen ve gelişen dünyanın cazibesine kapılmadan kimliğimizi korumak “birinci vazifenizidir” diyen büyüklerimize o kadar çok şey borçluyuz ki…
Üsküplü Türk anneleri vardır, onları nasıl anlatsam şimdi bilemiyorum. Yürekleri bir memleket gibidir, gözlerinden tertemiz imanları yansır, yüz yıldır evlerin içinde çocuklarına hem yuva olmuş hem de mektep eylemişlerdir odalarını. Gece yatmadan önce ninniler ve dualar okuyarak misakı milli sınırların dışında kalmayı dert edinmeyerek, yakınmadan, şikayet etmeden, dik durarak dilimizin nöbetine durmuşlardır. Rumeli ayrı kalırken vatandan en büyük sorumluluğu onlar yüklenmiştir sırtlarına. Topraklarımızın bayrakları ve ülkemizin isimleri değişirken bizim kimliğimizi gece kimse bilmeden korumuş, durmadan inşaa etmişlerdir geleceğimizi. Bugün burada Türkçe’nin varlığı hâlâ korunabilmişse, en büyük kahramanlar onlardır şüphesiz.
Bugün, Üsküplü annelerden bahsedecek olursak aslında Yahya Kemal Beyatlı’nın annesini de örnek almamız gerek. Temizliğe son derece dikkat eden, çocukların mahalleden, okuldan, oyun alanlarından döndükten sonra ellerini, ayaklarını yıkayan, resim çekilmekten hoşlanmayan, farklılıkları kabul etmekte zorlanan, Üsküp dışında yaşamayı zor kabul eden, beş vakit namazını kılan, hisli anneler olarak rahatlıkla anlatabiliriz. Bugün eski mahallelerin arasında çocuklara kur’an öğreten nice hafızlar yetiştiren annelerin şehridir Üsküp Balkanlar’da. Yaşlı ninelerimizin dizinde masal dinleyen, okulda, kitaplarda öğretilmeyen tarihimizi onlardan dinleyen çocuklardık biz.
Aynı o anneler ki elleri kurabiye kokar, gözleri çocuklarına güven veren anneler, dilimizin birer canlı kalesi gibiydiler. Ara sıra kulağıma o yumuşak sesi yansıyor, çocukluğumdan çıkıp geliyor duası en zor anımda annemin “Duvarlarımız Amme, kapılarımız Kale, kilitlerimiz Kulhuvallah koru bizi güzel Allah, haydi şimdi kuzu gibi uyu koç gibi uyan, tatlı uykular yavrum”…
Yaşım geçtikçe daha çok ona benziyorum ben de, onun kullandığı o eski, unutulmaya yüz tutmuş tertemiz Türkçe kelimeler gelip yerleşiyor dilime, çocuklarıma aynı o şefkatle yaklaşıp onun öğrettiklerini öğretiyorum ben de. Işte bu şekilde anneden çocuğa, çocuktan geleceğe bir örgü gibi örülüyor, kök salıyor daha da derine, topraktan gıcırdayan çınar ağaçlarımızın köklerine su oluyor ve bu şekilde varlığını sürdürüyor bu topraklarda.
İnsan yaşadığı şehirdir biraz da, ne kadar çok doğduğu şehri severse o kadar da kendini sever, ne kadar onunla kavga ederse o kadar da kendi ile kavgaladır. Karanlık bir gecede önce siyaha alışır gözleri, kör olmayı öğrenene kadar hem de, insan karanlıkta kör olmayı bilmeli, bilmeli ki güneş doğunca yüzü çirkinleşmesin, güneş ışınları gözünü kör etmesin. Zorluğa alışmak onu tanımak gerek bazen, iyilikler, güzellikler gelince eskiyi unutmasın diye alışmak gerek her türlü duruma. Kurşunlu Han’ın etrafında geçerken çocukluğumuz, kilitli kapıların ardında ecdâdımızın emanetini gözlerdik biz. Karanlık bir kapı, tahta parçacıkların arasından yansıyan ışığa bakardı gözlerimiz. Önce büyürdü gözbebeklerimiz sonra ışıktan küçülürdü. Biraz buruk, biraz da meraklı gözlerle mahallemizin içinde yüzyıllık çınarların dibinde, yıkılmış, onarılmayı bekleyen tarihi eserlerimizin içinde büyüdük. Çocuk oyunlarımıza onları da kattık, yaşlı birer dede gibi gülümsediler bize, kâh Hüdaverdi Camii’nin yıkılmış minaresine girdik, saklambaç oynadık, kâh tarihî Kale’den kızaklarımız ile kış günleri kaydık. Îshakiye mahallesinde, Ramazan günlerinde kandilleri beklerken, dilimizde Ramazan manileri ile ezan sesini bekledik. Yüz yıldır annesini kaybetmiş, annesinden ayrılmış bir evlat gibi bekledik hem de. Anadolu ile Rumeli birbirinden ayrılırken Ana Vatan’ın dışında kalmayı bir asırdır yediremedik kendimize. Bir asırdır vatansızlığın orucundayız bu yüzden, bir asırlık hasret ile kandillerin yanmasını bekledik.
Ey benim dedelerden emanet kalan şehrim, dilim ve dinim, bil ki ben hiç değişmedim, bir gün gelir de beni braktığın gibi bulamazsın diye inan hep nöbetteydim. Araftayız belli ki, belki de o Rumeli Türküsünde geçen fırtına tuttu bizi, fırtınaya kapıldık say, belki de o bizim kavuşmalarımız mahşere kaldı, kim bilir…