Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, her insanî hareket, doğal olan her şey, insanın yaşam ile mücadelesinde gayet adaletli davranma çabası, olağanüstü bir olay ve şaşkınlık yaratıyor. Bozulmamış bir düzen, çıkarsız bir hayat keşfedilince alıp onu müzeye koyası geliyor insanın. Çünkü dünyanın düzeni bozuldu, onu da insanlar bozdu. Sonra nerede doğal olan bir şey varsa parmakla gösterir oldu.
Eskiden “zenginler”şehrilerin ortasında son model arabaları ile güzel evlerde yaşardı, yedikleri, içtikleri hep marketlerden paketlenmiş gıdalar olurdu. En basiti çocukken en çok güldüğümüz şey Avrupa’da marketlerde karpuzun dilim dilim satılıyor olmasıydı. Elmaları da öyle kilo ile almıyor tek tek satın alıyorlardı. Vay be, zenginlik herhalde böyle bir şeydi. Onlar, normal olarak herkes gibi pazardan, bahçeden kurtlu, çürümüş meyveleri yiyecek değillerdi ya.
Balı da herhangi bir kavanozdan mı yiyecekler, elbette ki hayır, eczaneden alınan bal çok daha farklı ve yararlıydı. Bütün bunlar sanki çok iyi şeylermiş gibi gösterildi. Oysaki bugün durum çok farklı, “organik” olan her şey pahabiçilemez. Meyvelerin kurtlusunu tercih edin diyorlar. Köylerden alış veriş yapmak şimdi zengin işi, “vintage” arabası olanların havası bir başka. Şehre uzak bir yerde bir köy evi hayal edenler öyle çok ki, balı da mümkünse dağlık yerlerden satın alıyorlar. Karpuza ne mi oldu, artık herkes dilim dilim satın alır oldu. Mesele “organik” değil, karpuzdaki mesele gayet “sosyolojik”. Artık bir karpuzu yiyecek kalabalık aileler kalmadı.
Velhasılı yaşlı bir kadının doğayı da düşünürek tek başına yaşam mücadelesi vermesi Kuzey Makedonya’da sinamaya taşındı. Bir belgesel filmi olan “Honeyland” yani Bal Ülkesi dili Türçe ve iki dalda Oscar adayı oldu hem de. Belgeselin başkahramanı Yörük bir Türk kadını Hatice Muratova, son günlerde Kuzey Makedonya’da hergün ismi konuşulan kadın oldu. Onunla resim çekilmek isteyen herkes ardısıra Bekirli köyüne koşuyor.
Hatice aktör değil, Hatice yaşlı annesi ile hayat mücadelesi vermiş terk edilmiş bir köyde yalnız yaşayan biri. Bekirli köyü Ovçe Pole’ye bağlı bir Türk köyü, 1900 yılı nüfus sayımlarında köyde 270 Türk yaşıyormuş, 1948’de 134, 1971 yılında 70 Türk derken en son 2002 sayımlarında resmi kayıtlarda 5 Türk yaşadığı geçiyor. İstip’e yani Köprülü’ye yakın o kadar çok Türk köyü var ki, birçoğunun kaderi bu şekilde aslında.
Hatice, arıların da kendi hakkını gözeterek, modern sandıklarda değil, gayet doğal ortamlarda, kendi şartlarında arılara da balın yarısını bırakarak filmde geçen “em size em bize, yari sana yari bana” cümlesini kullanarak belgeselin en can alıcı noktasını oluşturuyor. Belgesel, eski bal toplama geleneğini bize hatırlatsa da ekosistemin hikâyesini çok saf bir şekilde gösteriyor.
Filmin konusu Makedonya’da Yörüklerin hayat mücadelesi değil, ya da nebileyim Makedonya’nın bir reklamı da yapılmıyor. Mesele tamamen doğa ve insan ilişkisi. Hatice’nin yaşlı annesi ve onun naifliğine karşın yeni gelen bir ailenin kurnazlığına karşı mücadelesi. Mutlaka izlenmesi gerek. Zaten derdimiz de bozulan dünyanın gidişatında bu değil mi. Birileri saf olanın tarafını tutar birileri de bu saflıktan yararlanıp daha fazla kazanç elde etmek ister. Oysaki Allah(c.c) öyle bir düzen yaratmıştır ki herkes için yer var bu dünyada. Bazen “yetinmek gerek” değil mi. Unuttuğumuz bu cümle bile son zamanlarda sosyal medyada ne kadar da şaşkınlık yarattı…
Allah verir kul şaşar, bizim Hatice de elektriği bile olmayan Bekirli köyünden yolu Oscar ve Hollywood’a düştü. Ne hikâyeler var aslında bu güzel ülkede, sivil toplum kuruluşlarının içinde bulunmuş biri olarak aslında neler gördük biz Doğu Makedonya’da. Bir köyden bir köye eğitim için kilometrelerce yol yapan çocuklar.
Bazı eleştirmenler üzülmüş, Makedonya’yı bu belgesel biraz da geri kalmış göstermişmiş. Herkes bir dağ başında yaşamıyor sonuçta. Ama bunun nedenini önce kendilerine bir sorsunlar. Bu köyler sırf geri kalsın diye yollar yapmadıklarından orada bir yerde bazı şeyler çok naif kaldı işte. Gün gelir tüm dünyaya da konu olur bu mesele, bizim Hatice’nin meselesi gibi. Orada bir köy var uzakta, bizim köyümüzdür, gitmesek de görmesek de, parmakla gösterirler işte zamanı geldiğinde.
Son olarak bu sayı ile birlikte Gerçek Hayat Dergisi’ndeki yazılarıma ara verdiğimi bildirmek isterim. Benim için bu dört yıl yazı hayatıma inanılmaz katkısı oldu, ama bir şekilde Üsküp’ün, Rumeli’nin sesi olmaya devam edeceğim, son asrın bizden aldıklarını henüz sindirmiş değiliz çünkü… Gönül Coğrafyanın hüzünlü şehri Üsküp’ten Üsküp Mektuplarına kısa bir elvedâ…