İHH Mütevelli Üyesi ve yazar Osman Atalay’ın “Balkanlar’da “Yeni Vatikan”: Bektaşi Devleti Projesinin Gerisinde Neler Var?” başlıklı analizini ilginize sunuyoruz.
Arnavutluk Başbakanı Edi Rama’nın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda “Dünya barışı, farklılıklara saygı ve birlikte yaşam” gibi ifadelerle dünya kamuoyunun da gündemine soktuğu “Egemen Bektaşi Devleti” projesinin nasıl bir sürecin ardından hayata geçirileceği belirsiz. “Edi Rama ne yapmak istiyor?” sorusunun yanıtı ise Balkanlar’ın son 40 yıldır AB ve NATO’nun butik partner devletler coğrafyasına dönüşmüş olmasında saklı.
Arnavutluk Başbakanı Edi Rama’nın Vatikan benzeri bir Bektaşi Devleti kurma düşüncesini açıklaması, tartışmaları da beraberinde getirdi. Rama’nın Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda “Dünya barışı, farklılıklara saygı ve birlikte yaşam” gibi ifadelerle dünya kamuoyunun da gündemine soktuğu “Egemen Bektaşi Devleti” projesi, Balkanlar’daki Müslüman topluluklar, sivil toplum kuruluşları ve bölge devletleri tarafından da tepkiyle karşılanacağa benziyor. “Egemen Bektaşi Devleti”nin nasıl bir sürecin ardından hayata geçirileceği şimdilik belirsiz, ancak bu meseleyi Balkanlar’a özgü bir yaklaşımla ele almak daha doğru olacaktır.
1991’de Yugoslavya’nın dağıtılarak altı devlete bölünmesinde rol alan ABD ve Avrupa’nın Balkan ülkeleri üzerinde siyasal, kültürel ve ekonomik alanlarda söz sahibi olduğunu unutmamak gerekiyor. “Edi Rama ne yapmak istiyor?” sorusunun yanıtı da Balkanlar’ın son 40 yıldır AB ve NATO’nun butik partner devletler coğrafyasına dönüşmüş olmasında saklı.
Edi Rama aslında hiçbir dine bağlı ya da düşman değil ve Arnavutluk dinî ve kültürel değerler ile son 40 yılda tanışabildi. “Bektaşi Devleti Projesi” de Avrupa kültürü ile Balkanlar’ın kaynaşmasını sağlayan bir modelin Arnavutluk üzerinden test edilmesidir.
Burada panik, öfke ve abartılacak bir tepkisellikten ziyade Müslüman Balkan toplumlarının potansiyellerinin güçlendirilmesi hususunu tartışmakta fayda var. Balkanlar’da liberal-Müslüman mikro bir devlet kurma tasarımının, Balkan Müslüman toplumumda öfkeyle karşılanması önce Diyanet İşleri Başkanlığı sonra Dışişleri Bakanlığı’nın yakın ilgi alanına girmelidir.
Rama’nın söz konusu açıklaması Türkiye’de de şaşkınlık ve kızgınlık arası bir gerilime neden oldu. Türkiye için 1263’te Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli ve Sarı Saltuklar’ın öncü tohumlarını ektiği, 1389’da da Kosova Fethi ile ana yurda katılarak “Evlad-ı Fatihan” olarak anılan bu topraklarda filizler veren Bektaşi Tekkelerinin, aradan geçen süreçte ABD aparatına dönüşmüş olması ülke açısından trajik.
Önümüzdeki durum, Türkiye’nin bir “Balkan politikasına” ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Arnavutluk’ta Bektaşi kurumunun pozisyonunun bugün geldiği yer, ilgili kurum ve kuruluşlar ile akademi tarafından iyi analiz edilmeli.
Esasında Balkanlar’da yaşanan tüm değişimler, planlı bir sürecin parçası. Edi Rama’nın ise Balkanlar’da Türkiye ile en organik ve dürüst ilişkilere sahip, aynı zamanda bölgenin en pragmatist liderlerden biri olduğunu unutmamak gerekir.
Ülkede son sayıma göre yüzde 45,86 Müslüman, yüzde 8,38 Katolik, yüzde 7,22 Ortodoks yaşıyor. Bektaşilerin oranı ise yüzde 4,81. Her ne kadar Katolik, Ortodoks ya da Bektaşi toplumunun seküler yanı ağır bassa da Bosna, Kosova, Kuzey Makedonya Müslüman toplumları daha duygusal bir kültürelliğe ve muhafazakâr bir dindar kimliğe sahip. ABD’nin Balkanlar ve Avrupa’daki 15 milyon Müslüman nüfusun geleceği üzerinde her zaman ciddi projeleri oldu. Bu duruma, Edi Rama’nın Batı Balkanlar’daki AB süreci de dahil olmak üzere üstlendiği tarihsel fonksiyonu düşünerek yaklaşmak gerekiyor.
Arnavutluk’ta dinlerin kültürel siyasal rengi henüz tam oturmamıştır. Enver Hoca’nın yaşam halkı tanımadığı dinlerin Arnavutluk’ta 30 yıllık bir geçmişi vardır. Edi Rama, dinî hoşgörüyü teşvik etmenin bir yolu olarak Arnavutluk’taki Bektaşiler için Vatikan tarzı bir devlet kurmayı hedeflediğini ifade ederken, bu projenin asıl sahibinin Atlantik olduğunu gizlemiyor.
Bu proje, Arnavut Bektaşi’si olan eski bir SIGURIMI (Arnavut KGB’si) ajanı olarak bilinen, Baba Reşat Bardhi’nin 2011’deki ölümünden sonra Amerikalılar tarafından Bektaşi Topluluğu’nun başına getirilen Baba Edmond Brahimaj tarafından yönetiliyor. Arnavutluk’taki Bektaşilerin lideri Baba Mondi’nin, İsrail Gazze’de bir soykırım yaparken İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’u kabul eden ilk Müslüman din adamı olması, Balkanlar’daki Müslüman toplumlarının büyük eleştirilerine sebep oldu. Esasında Baba Mondi, İslam’ın ilkelerine göre gerçek bir Müslüman olmamakla ve İsrail tarafından kendi gündemlerini desteklemek için kullanılmakla suçlanıyor. Arnavutluk Bektaşiliği’nin merkezi de ABD’de ve Bektaşiler Batı dünyası ile oldukça iyi ilişkilere sahip.
Rama’nın, Bektaşi tarikatına dayanan devletin kurulacağını ilan ederken Vatikan modeline atıf yapması kızgınlığın bir başka nedeni. Öte yandan Arnavutluk’ta “ulusal güvenlik tehdidi” ve “vatana ihanet” yorumlarını da beraberinde getiriyor. Diğer yandan Bektaşi Devleti’nin, Amerika ve İsrail tarafından Arap, Türk ve İran İslam’ına karşı kullanılacağı yorumları da dikkati çekiyor. ABD’nin Balkanlar’ın çok dinli, etnisiteli, kültürlü yapısında yeni bir model arayışının 1990’larda Araplara işaret edilen “Laik Türkiye Modeli”nin bir başka versiyonu olduğu açık.
Tel Aviv’in Balkan Stratejisi
Balkan ülkeleriyle etkin bir işbirliği geliştirmek için 30 yılı aşkın süredir sessiz ancak stratejik adımlar atan Tel Aviv yönetiminin Balkanlar’daki siyasi ve diplomatik arayışlarının ilk iki durağı çok önemliydi. İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un Sırbistan ve Arnavutluk ziyareti çok dikkat çekti, fakat son 10 yıldır İsrail’in Arnavutluk Bektaşi liderliği ile olan ilişkileri gözden kaçmış olacak ki bugün “Arnavutluk Bektaşi Devleti” projesinde anlamsız bir şaşkınlık yaşanıyor. İsrail, Balkanlar’da devam eden geleneksel etnik ve din temelli anlaşmazlıkları ve çatışmaları bir yana bırakarak, birbiriyle düşman iki rakip ülke ile bile eşzamanlı askerî ve ekonomik ilişkiler kurma becerisine sahip, aynı anda hem Sırbistan hem Kosova ile eşit derecede ilişki kurabilmiş bir ülke. Kendi çıkarlarını önceleyen Tel Aviv, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerle de ilişkilerini sorunsuz bir şekilde geliştiriyor. Balkanlar’daki siyasi elitlerin hızlı değişimine bağlı olarak, Balkan toplumları da Batı fikriyatına yöneldi. Bu durum dış politikada ABD, AB ve dolaylı olarak İsrail’le yakınlaşmaya sebep oldu.
AB bağlamında İsrail ve müttefiki ABD, Balkan ülkelerinin tamamen Avrupa’nın ve Vatikan’ın hegemonyası altına girmesini de istemiyor. Burada özellikle Müslüman nüfusun AB hegemonyasına karşı Türkiye’ye yakın bir pozisyonda durma gibi farklı ve karmaşık bir güç dengesi gözettiği görülüyor.
Balkanlar’da daha aktif bir şekilde yer almak ve buradaki fiziki varlığını artırmak isteyen İsrail, bu kapsamda 2012 yılına kadar büyükelçiliğinin olmadığı Arnavutluk’ta bir büyükelçilik binası inşa etti ve Arnavutluk’la savunma ve ekonomik işbirliği arayışlarına gitti. Türkiye ile açık bir ihtilafa düşen İsrail, Türkiye’yi güney ve batıdan çevreleme stratejisi kapsamında Balkan ülkeleri ile olan siyasi, askerî, stratejik, diplomatik ve ekonomik ilişkilerini geliştirmeye yönelik adımlar attı. İsrail bu dönemde özellikle “Neo-Osmanlıcılık”, “Türk tehlikesi” ve “İslami radikalizm” söylemlerini canlandırarak Balkan ülkelerinin idarecilerini yönlendirmeye çalıştı. İsrail ayrıca Balkanlar’daki Sünni Müslüman nüfusun ve İslam anlayışının radikalleşmesinden endişe ediyor. İsrailli birçok akademisyen ve güvenlik uzmanı, Balkanlar’daki Müslümanların tarih boyunca süren barışçıl yaklaşımını göz ardı ederek, bölgeyi radikalleşme çerçevesinden değerlendirmeyi tercih ediyor.
Balkanlar’dan Ortadoğu’ya ideolojik temelli oluşan bu ağlar, İsrail’in Balkan ülkelerinde istihbarat ve güvenlik faaliyetlerini artırmasına yol açtı. 2016 ve 2018 yıllarda Arnavutluk ile İsrail arasında oynanan futbol maçlarından önce İsrail millî takımına yönelik terör saldırısı planladıkları ve DAEŞ işbirlikçisi oldukları şüphesiyle dört kişi gözaltına alınmıştı. Güvenlik koşullarının gözden geçirilmesine yol açan bu gelişmeler üzerine, maçların oynanacağı şehir ve stadyum değiştirildi. İsrail gizli servisinin ve özel koruma ekiplerinin eşliğinde Arnavutluk’a gelen İsrail millî futbol takımının güvenliğini garanti altına alma görevini de yine bu ekipler üstlendi. Bu süreçte Arnavutluk güvenlik makamlarının İsrail gizli servisinin verdiği bilgiler ışığında bir dizi operasyon düzenlemesi ve bizzat Mossad üyelerinin sahada görev alması, Arnavutluk’un ulusal egemenliğinin ihlal edildiği tartışmalarına yol açmıştı.
İran ve Hizbullah Faktörü
İsrail’i Balkanlar’da dikkatini artırmaya iten diğer bir faktör de İran ve Hizbullah’ın bölgedeki etkinliği. 1990’lı yıllardan itibaren İran ve Suudi Arabistan gibi güçler Balkanlar’da ideolojik ve mezhepsel saikleri kullanarak nüfuz sahibi oldu; enstitüler, dil okulları, insani yardım çalışmaları ve dinî politikalar aracılığıyla bölgedeki etkinliklerini artırdı. Bu bağlamda özellikle İran’ın Bosna-Hersek, Kosova, Kuzey Makedonya ve Arnavutluk’ta alan bulacağı endişeleri İsrail’i alarma geçirdi. İsrail, bölgesel güç çekişmesinde İran’ın doğrudan tehditlerini ve onun desteklediği birçok devlet dışı örgütü potansiyel tehlike olarak algılıyor ve ulusal güvenlik riski olarak değerlendiriyor. Bu sebeple İran ve Hizbullah’a yakın grupları Balkanlar’da da sıkı bir şekilde takip eden İsrail, bölgenin İran yanlısı Şii silahlı veya silahsız grupların barınma ve eğitim merkezi hâline gelmesinden endişe ediyor. Tıpkı Ortadoğu, Afrika, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika gibi Balkan coğrafyasının da Hizbullah ve İran için bir manevra alanı olması ihtimali, İsrail’in bölge ülkeleriyle güvenlik ve istihbarat bağlamında ilişkiler geliştirmesine neden oluyor.
Arnavutluk üzerindeki İran-İsrail çekişmesi, Mucahid’ul Halk adlı İran rejimi karşıtı 3.000 kadar muhalifin Arnavutluk’ta bir kampta konuşlanmış olmasından kaynaklanıyor. İran bu kişiler hakkında bilgi almaya çalışırken, İsrail ise bu grubu İran rejimine karşı bir koz olarak görüyor. Dolayısıyla Arnavutluk’un İsrail ile İran’ın çekişme alanı hâline dönüştüğü ve bunun ülke güveliği için olumsuz neticeler doğurabileceğinden endişe ediliyor. Bu durum Arnavutluk ile İran arasında diplomatik bir krize de neden olmuştu. Arnavutluk makamları, söz konusu kampı gözetledikleri gerekçesiyle 2018 ve 2020’de İranlı diplomatları sınır dışı ederek “istenmeyen kişi” ilan etti.
2020’de ABD Başkanı Donald Trump’ın gözetiminde Oval Ofis’te imzalanan Kosova-Sırbistan Ekonomik Normalleşme Anlaşması’nda hem Sırbistan hem de Kosova devleti Hizbullah’ı terör örgütü listesine ekleyecekleri sözünü verdi ve bu doğrultuda 23 Haziran 2020’de Kosova hükümeti Hizbullah’ı terör örgütü listesine aldı. İsrail, Hizbullah gibi örgütlerin Balkanlar’da dinî bir etki oluşturma riskine karşı, iki rakip ülkenin de bu grubu terör örgütü listesine almasını önemli bir kazanım olarak görüyor. Bu kararı İsrail’in Balkanlar’daki güvenlik stratejisinin ve proaktif politikasının bir başarısı olarak görmek de mümkün.
İran, 2018’de Tel Aviv’in Balkanlar’da yürüttüğü ofansif kampanya sonucu artan nüfuzunu dengelemek adına Sırbistan, Bulgaristan, Hırvatistan ve Bosna-Hersek’e bir dizi ziyarette bulundu. Ancak İran’ın bu hamlesinin İsrail’in bölgede tesis ettiği çok katmanlı ve çok yönlü nüfuz alanını kırdığını söylemek mümkün değil. Balkanlar’daki siyaset yapıcılar ve yöneticiler, bilhassa seküler isimler nezdinde İsrail’le ilişki kurmak Türkiye’nin bölgesel nüfuzuna karşı da bir hamle olarak görülüyor. Genel olarak Müslüman ülkelerin, özellikle de Türkiye’nin Balkanlar’daki nüfuzundan rahatsız olan çevreler, İsrail’in bölgede daha etkin olmasını teşvik ediyor.
Dinî bir motivasyonun da bulunduğu bu noktada ayrıca post-Osmanlı döneminde Balkan halkların tarih yazıcılığı ve Osmanlı karşıtlığı üzerine inşa edilen bölge milliyetçiliklerin etkisi büyük. Batı Balkanlar’da askerî ve ekonomik hegemonya kuran Sırbistan’a karşı bölgedeki dengeleri korumak için NATO’nun veya İsrail’le kurulacak askerî ilişkilerin önemli olduğuna inanılıyor. Dolayısıyla Arnavutluk, Kosova, Bosna-Hersek, Karadağ ve Hırvatistan gibi ülkeler bu amaçla İsrail’le yakınlaşmaya başladı. Söz konusu ülkelerin yöneticilerinin İsrail’le yakınlaşması “Atlantikçi” bir politikanın ve bakış açısının sonucu olarak görülüyor.
Balkanlar’a 700 yıl önce Bektaşiliği ve Halveti kültürünü biz götürdük. Fakat Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve Balkanlar’da görevli din ateşelerinin bu önemli toplumsal değerler ile ilişkileri çok zayıf kaldı. Bizim kültürel mirasımız bir şekilde deforme olmuşsa bunu düzeltmek mirasın sahibine düşer. Yani Türkiye’nin Balkanlar’da radikal kökenli siyasal gölgelerin dışında yeni bir algoritmaya ihtiyacı var.