Hırvatistan’da geçen hafta yapılan parlamento seçimleri, Balkanlarda yükselen milliyetçiliğe dair bir uyarı niteliğinde.
Yahya Muhasiloviç / AA
Hırvatistan’daki son parlamento seçimleri, ülkenin önünde bulunan ihtimallerin pek de parlak olmadığını gösteriyor. Ülkede 10 ay boyunca hükümet kurulamaması üzerine parlamento seçimleri yenilendi. Milliyetçi HDZ (Hırvat Demokrat Birliği) partisi, seçimleri kıl payı kazandığından, işlevsel bir hükümetin oluşabilmesi için koalisyon ortağı aramak zorunda kalacak. Hırvatistan’ın ilk cumhurbaşkanı Franjo Tudjman tarafından kurulan HDZ, idare organında ve tabanında “meşhur” Ustaşalara muhabbetlerini gizlemeyen üyeleri bulunan bir sağ kanat partisi. Ustaşalar bölgede ikinci dünya savaşı sırasında yüzbinlerce kişinin katledilmesine sebep olmuş bir örgüt. Ustaşalara olan sempatisini gizlemeyen meşhurlardan biri de Hırvatistan’ın Kültür Bakanı Zlatko Hasanbegoviç. Ayrıca bundan daha önemlisi, The Guardian’daki makalesinde Paul Mason’un sorduğu gibi, HDZ’nin seçim zaferinin bölgenin nereye doğru sürüklendiği sorusunu ortaya koyuyor olması. Mason, bölgede yükselen milliyetçiliklere yönelik bir uyarıda bulunuyor. HDZ’nin zaferi, sağcı hareketlerin bütün Avrupa’da ivme kazandığı bir zamana denk geldi. Bu ivme esas itibariyle Ortadoğu’da savaşların harap ettiği ülkelerden gelen mülteci dalgası tarafından tetiklendi; Avrupa’ya akan mülteciler ise Balkan yarımadasını ana güzergâhları olarak kullandılar. Seçim zaferinin sarhoşluğu dindiğinde, – şayet kurulabilmiş olursa – yeni hükumet, ülke liderliğini, Zagreb’in Belgrad’la ilişkilerinin gerildiği bir sürece taşıyacak. Öte yandan komşu Bosna Hersek Federasyonu, Sırp liderliğin duyurduğu ve ülke içinde yeni bir etnik çatışmayı tetikleme potansiyeli bulunan referanduma doğru günbegün yaklaşıyor. Bosna nüfusunun yüzde 10’undan fazlasının etnik Hırvatlardan oluştuğu bilgisi ışığında bakılacak olursa, Zagreb’in bu referandum sürecini çok dikkatli bir şekilde takip edeceği öngörülebilir.
Hırvatistan’ın son 10 ayda içinden geçtiği “siyasi kilitlenme”ye ilave olarak ülkedeki sosyo-ekonomik durum da giderek daha da iç karartıcı bir hal alıyor. Hırvatistan, yüzde 16’yla, Avrupa Birliği’nde (AB) Yunanistan ve İspanya’dan sonra en yüksek işsizlik oranına sahip. İşsizlik, ülkenin bazı bölgelerinde yüzde 40’a varıyor ve ülke genelinde, bölgeden bölgeye değişen, dengesiz bir gelişim söz konusu. Bu durum da, AB üyesi ülkeler arasında en yükseğini teşkil edecek şekilde bir beyin göçü dalgası yarattı.
Hırvatistan Avrupa bloğuna dahil olduktan sonra iyi eğitimli orta sınıfın göç oranı zirve yaptı. Almanya Federal İstatistik Bürosu’nun verilerine göre, Almanya, 2015’te yaklaşık 50 bin Hırvat vatandaşına ev sahipliği yaptı. Hırvatistan 2013’te AB’ye katıldığından bu yana sadece Almanya’ya neredeyse 120 bin Hırvat göç etti, ki bu rakam, Hırvatistan nüfusunun yaklaşık yüzde 3’üne tekabül ediyor. Bu rakamlar, göç meselesini çözmenin ne kadar aciliyet kesbettiğini açıkça gösteriyor.
Doksanlı yılların başında 4.8 milyon kişinin yaşadığı Hırvatistan’ın nüfusu halihazırda 4.2 milyonun altına düştü ve Birleşmiş Milletler’in (BM) tahminlerine göre 2050’de bu rakam 3.5 milyona kadar gerilemiş olacak. Savaşlar, doğal büyüme oranının düşüklüğü ve bölgenin göç vermesi, nüfusu alarm verici seviyelere düşürdü. Hırvatistan, aynı problemlerden mustarip olan bölgede bir istisna değil. Nüfustaki doğal artış oranındaki düşüklüğe ek olarak bölge, gençlerini ekonomik göçle kaybetmek suretiyle sosyo-ekonomik bir travmadan da geçiyor; ekonomik göç Batılı güçler tarafından büyük ölçüde göz ardı ediliyor, zira bu güçlerin dikkati, Ortadoğu’dan gelen mültecilere odaklanmış durumda. Suriyeliler, Afganlılar ve Iraklılarla birlikte Balkanlar’dan gelen sığınmacılar en büyük grubu oluşturuyor.
Bosna’da referandum öncesi sessizlik
Komşu Bosna’da ise bütün gözler 25 Eylül’de yapılacak referanduma çevrilmiş durumda. Anayasa Mahkemesinin, “Republika Srpska” gününü anma programlarının anayasaya uygun olmadığı kararını vermesinden sonra, Sırp entitesinin popülist Cumhurbaşkanı Milorad Dodik, meseleyi referanduma götürme kararı aldı. Referandum, ülkenin Sırp çoğunluğun bulunduğu kısmında yapılacağı için, neticeyi kestirmek pek de zor değil. Boşnak liderler, referandumun, ayrılma konusunda yapılacak müstakbel bir referandumun ön adımı olduğu konusunda endişeliler. Dodik popülist konuşmalarında çok kereler ayrılık tehditleri savurmuştu fakat hiç bu denli ileri gitmemişti. Bu somut adım, Dodik’in yakın müttefiki olan Rusya’nın bölgede ve bütün Avrupa’da artık çok daha agresif bir dış politika izlediği bir zamana denk geliyor. Moskova’nın, tıpkı Gruevski hükumetiyle yaşanan kriz üzerinden Makedonya’ya müdahale etmeye çalışmasında olduğu gibi, Avrupa’yla nüfuz üzerinden yürüttüğü soğuk savaşında bunu bir fırsat olarak kullanacağını öngörmek zor değil.
Ukrayna ve Kırım’daki krizlerin patlamasının ardından [Bosnalı Sırpların idare merkezi olan] Banja Luka’dan da daha saldırgan bir siyasetin gelmesi bekleniyordu. Birçok kişi AB ve NATO’nun bu tarz bir krizi, daha sert bir tutum takınarak engellemek için çok daha ciddi bir gayret göstereceğini beklemişti. BM tarafından teşkil edilen Yüksek Temsilciler Dairesi (OHR) Bosna’daki siyasi süreçleri engelleme yahut ilerletme yetkisi bulunmasına rağmen Dodik’in eylemlerini sadece eleştirmekle yetindi. 25 Eylül’ün, çok uzun bir zamandır etnik fay hatları boyunca çatırdamakta olan Bosna’ya neler getireceğini göreceğiz. Dodik’in, Batılı güçlerin olaylara yönelik angajman eksikliğinden dolayı ortaya çıkmış olan boşluktan istifade ettiğini görmek zor değil. Nitekim bu görüş diğer birçok kişi tarafından da paylaşılıyor. Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’in, AB’nin büyümesinin, önümüzdeki beş sene boyunca dondurulmuş olduğunu ilan etmesinde olduğu gibi, Brüksel’den gelen doğru-dürüst ölçülüp biçilmemiş açıklamalar bölgede kalan son umut kırıntılarını da berhava ediyor. Banja Luka ve Moskova arasındaki yakın ilişkileri göz önüne alacak olursak, Avrupa, en yakın komşuları arasında yeni bir Ukrayna tarzı krizi göze alamaz. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in cuma günü Bratislava’daki AB Zirvesi’nde ifade ettiği gibi, hususen bu “kritik noktada” yeni bir krize müsaade edilemez. Hele ki AB’nin, Brexit şokunun yaralarını sarmaya çalıştığı, üye ülkelerde yükselişte olan ve ‘birleşik Avrupa’ idealini ateşe veren milliyetçiliklerin sebep olduğu bir varoluşsal krizle uğraştığı bir zaman diliminde hiç değil.
Makedonya, pasif ve yumuşak tavrın, silahlı çatışmaya sebebiyet verdiği diğer bir örnek. Geçen yıl, ağırlıklı olarak etnik Arnavutlar, Kumanovo kentinde Makedon güvenlik güçleriyle silahlı bir çatışmaya girdi. Çatışmanın ana sebebi, çoğunluğu oluşturan Makedonların Arnavut azınlığa yönelik kötü ve ayrılıkçı muameleleriydi. Dayton sonrası Bosna’nın yaşadığı gibi, Makedonya da günden güne etnik bir hat doğrultusunda çözülüyor ve statüko artık hiçbir işe yaramıyor. İsim meselesi üzerinden Yunanistan’la yaşanan kriz de on yıllardır çözülemeyen ve ülkenin AB hedefini bloke eden başka bir konu. Brüksel, Atina’ya Makedonya’nın AB’yle entegrasyonuna mani olmasının önüne geçmek için daha kuvvetli bir baskı uygulayabilir, uygulamalıdır da. Aksi takdirde, ülkenin geleceği iyi görünmüyor. 2015 ayaklanması, bunun ilk işaretiydi. Yunanistan ve Sırbistan’la birlikte Makedonya, Orta Avrupa’ya ulaşmaya çalışan göçmenler için ana güzergah olması itibariyle geçen yılın mülteci krizinde önemli bir rol oynadı. Göçmen krizi, bölgenin bütün kıta için taşıdığı önemi bir kez daha gözler önüne serdi. Şimdi bütün gözler, Avrupa’ya akan göçmen dalgasını durdurmak hedefiyle AB ile Türkiye arasındaki anlaşmaya çevrilmiş durumda. Ankara ve Brüksel arasında son zamanlarda yaşanan sürtüşmeler anlaşmayı tehdit ediyor; bölge zaten yüksek işsizlik oranları ve kuvvetli bir milliyetçilik duygusuyla boğuşurken ve yeni bir göçmen dalgası sadece yabancı düşmanlığını kabartmaya yarayacakken bu durumun, bölgede felaket niteliğinde neticeleri olabilir.
Seneler geçtikçe, bölgedeki terk edilmişlik hissi büyüyor. Savaşlar sona erdiğinde [Balkanlar’a] bir Avrupa perspektifi sözü verilmişti, fakat ilerleme haddinden ziyade yavaş seyrediyor. Bosna Hersek ve Makedonya gibi ülkeler varoluşsal problemlerini hâlâ çözebilmiş değil. Dünya çok hızlı değişiyor ve kendi problemleriyle meşgul olan Brüksel’in bu değişimleri takip edecek imkanı yok.
Dünyada yaşanan iktidar gruplaşması ve soğuk savaş, Balkanlar’daki gerginliklerin tırmanması için gereken mükemmel ortamı sağlıyor. Etnik nefret, yüksek işsizlik oranları, politize olmuş kamusal alan, göç, kronik yolsuzluk ve diğer birçok mesele, bölgedeki gerginlikleri artırıyor. Brüksel’in ihmallerinin üstüne bir de boş vaatlerin eklenmesi, gerginliklerin yeniden tırmanması için bir alan açtı ve bu sefer sadece bölgeyi değil, bütün Avrupa’yı tutuşturma potansiyeli taşıyor. “Zaman azalıyor” ve bölge çok uzun bir süredir bekleyip duruyor.