Türkiye Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, ikinci yılında Hanau’daki ırkçı terör saldırısını, Avrupa’da artan İslam düşmanlığı ve “öteki” tartışmaları bağlamında AA Analiz’e değerlendirdi.
Almanya’nın Hanau şehrinde 19 Şubat 2020’de yabancı kökenlilerin işlettiği iki kafeye yapılan ırkçı terör saldırısında, aralarında 4 Türk’ün bulunduğu 9 masum insan hayatını kaybetti. Saldırıyı gerçekleştiren kişi ise babaevine giderek, önce annesini, daha sonra kendisini öldürdü. Bu elim saldırı, son yıllarda özellikle Müslümanları hedef alan birçok nefret suçundan sadece biri. Daha büyük felaketlerin önlenmesi adına kolektif bir kanser haline gelen ırkçılığın, Batı ülkelerinde yayılma hızına dikkat çekmek ve farklılıkları zenginlik gören vicdanlı çoğunlukların cesaretlendirilmesi gerekiyor.
Son beş yıl içerisinde Batı ülkelerinde ırkçı terör eylemlerinde yüzde 320 artış gözlemlendi.
Irkçı terör eylemlerinin altyapısı uzun yıllar içinde oluşturuldu
Son yıllarda Batı ülkelerinde bireysel suç olarak kategorize edilen onlarca ırkçı terör saldırısında cami ve havra gibi ibadethaneler zarar görürken, kamusal alanda Müslüman ve mülteciler de fiziki saldırılara maruz kalıyor. Ne yazık ki son beş yıl içerisinde Batı ülkelerinde ırkçı terör eylemlerinde yüzde 320 artış gözlemlendi.
Her ne kadar farklı ülkelerde gerçekleştirilen ırkçı saldırılar birbirinden bağımsız görünse de sokağa yansıyan nefret dili ve ırkçı eylemlerin siyasi ve ideolojik altyapısı uzun yıllar içerisinde oluşturuldu. Irkçı saldırıların artmasının, özellikle Avrupa’da ırkçı partilerin güçlenmesi ve ırkçı söylemlerin medya ve kamuoyunda daha fazla görünür olması ile aynı döneme denk gelmesi tesadüf değil. Bireysel suç olarak kategorize edilen ve takipsizlik kararı verilen dava dosyaları, bu tarz eylem hazırlığında olan kişi ve grupları ne yazık ki cesaretlendiriyor.
Avrupa’da Müslüman nüfusunun artmasına yol açan göç hareketi ile Avrupa tarihinde güçlü temelleri olan ırkçılık ideolojisinin yeniden destekçi topladığına şahit oluyoruz. Özellikle 11 Eylül olaylarından sonra Avrupa’da İslam dini üzerinden, ırkçılığın rönesansını yaşadığı söylenebilir.
Avrupa, İslam ile kavga ederek kendisine daha iyi bir gelecek inşa edemeyecektir.
İslam düşmanlığı Avrupa entelijansiyasında da yükseliyor
Günümüzdeki ırkçılığı ve Müslüman düşmanlığını, geçmişte iddia edildiği gibi alt gelir grubuna mensup öfkeli kalabalıkların yöneldiği geçici bir ideolojik sapkınlık olarak adlandırmak, sorunu küçümseyen son derece tehlikeli bir yaklaşım. İslam ve yabancı düşmanlığının Avrupa entelijansiyası, orta ve üst sınıf içerisinde de hızla yükseldiğini, hatta siyasette popülizme elverişli bir enstrüman olarak uluslararası politikaların şekillendirilmesinde ve meşrulaştırılmasında kullanıldığını gözlemlemekteyiz.
“Avrupalılık” kimliği ile uyumsuz olduğu iddia edilen İslam dini, en güçlü ötekileştirme aracı olarak kullanılıyor. Bu vesileyle göçmenler arasında da ayrım yapılarak, makbul olan ve olmayan yabancı kökenliler kendi içerisinde sınıflandırılıyor. Batı kelimesi ve Avrupalılık kavramı bizi tek tipçi bir düşünceye sevk edebilir, oysaki ihtiyatlı olmak gerekiyor. Batı toplumları dendiğinde bunun içerisinde nüansların olduğunu akılda tutmak lazım. Avrupa ülkeleri dini, kültürel ve siyasi açıdan homojen olmadığı gibi, Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar da homojen bir yaşam tarzına sahip değil. Genelleme yapılarak dışlanan Müslümanlar kendi içerisinde dil, mezhep ve kültür farklılıkları barındırmakta ve sahip oldukları bu kültürel zenginliği muhafaza ederek, çoğunluk topluma uyum sağlama gayreti içerisindeler.
İslam ve Müslümanların ötekileştirilmesi sürecinin son bulması, Batı ülkelerinin savunduğu değerler açısından bir samimiyet testi olarak değerlendirilebilir.
Batı’da dünden bugüne “öteki”
Avrupa’da İslam düşmanlığı tarihi bir kavganın uzantısı olarak karşımıza çıkıyor. Bu kavga İslam’ı, “Avrupalılaşma” önünde duran güçlü bir engel olarak görüyor. Avrupa’da artan entegrasyon ve asimilasyon tartışmaları bu çerçevede anlam kazanıyor. Müslüman kimliğini korumakta ve görünür kılmakta diretenler “makbul olmayan göçmen” olarak ötekileştiriliyor.
Avrupalı kimliğini kuran bir unsur olarak “öteki”, Batı düşüncesinde hep olmuştur. Avrupa’da kolektif kimliğin oluşturulmasında din, ırk ve kültür üzerinden ortak özelliklerin ön plana çıkartılması ve “ötekinin” ayrıştırılması son derece köklü bir geleneğe sahip. Avrupa tarihinde öteki üzerinden kimlik oluşturma ve farklı ideolojik zeminlerde azınlıkları tehlike olarak görme ve ayrımcılığa maruz bırakma sıkça rastlanan bir davranış biçimi olagelmiştir. Öteki, kadim Yunan’da barbarlar olarak tanımlanmış, Hristiyanlık gelince paganlar olmuş, modern dönemde ise geri kalmış ve medenileşmemiş toplumlar olarak tanımlanmıştır. Soğuk Savaş döneminde Komünist ötekiydi, daha sonraki yıllarda İslam dünyası öteki olarak kurgulandı.
Avrupa’da ırkçılık ve nefret suçları ile etkili şekilde mücadele edilmediği takdirde önümüzdeki on yıllar içerisinde toplumsal huzuru ve refahı tehdit eden en büyük sorunlardan birisi ırkçılık ve yabancı düşmanlığı olacaktır. İslam düşmanlığı ne yazık ki uluslararası sistemin işine yarayan bir çerçevede siyasi ve toplumsal zeminde güç kazanıyor.
Irkçılıkla mücadelede siyasilere büyük görev düşüyor
Demografik değişim ve gelişmiş ülkelerde yaşlanan nüfus, ırkçılıkla mücadeleyi kaçınılmaz kılıyor. Pew Research Center araştırmasına göre 2050 yılına kadar Avrupa nüfusu yüzde 6 azalırken, Avrupa’da yaşayan Müslüman nüfusunun yüzde 63 artması bekleniyor. Sayısal bu artışa rağmen Avrupalıların Müslümanlar üzerinden oluşturduğu tehdit algısının suni ve abartılmış olduğu gözlemleniyor. Günümüzde en fazla Müslüman nüfusun yaşadığı ülkelerdeki Müslüman oranı, toplam nüfusun yüzde 5 ile 10’u arasında değişiyor.
Söz konusu Avrupa’da yaşayan Müslümanlar olduğunda olgu ile algı arasındaki fark açılıyor. 14 Avrupa ülkesinde yapılan IPSOS araştırma sonuçlarına göre, toplumda yaşayan Müslüman sayısı ile çoğunluk toplumun ülkesinde yaşadığını düşündüğü Müslüman sayısında dört kat artış olduğu görülüyor. Çoğunluk toplumda, Avrupa kültürünün ve Hristiyan değerlerin istila edildiği hissi gün geçtikçe artıyor.
Suni üretilmiş korkunun nefrete, nefretin düşmanlığa ve şiddete dönüşmesi an meselesi. Irkçılıkla mücadelede en büyük sorumluluğu kuşkusuz siyasetçiler taşıyor. Avrupa’nın ana akım siyasetinin, İslam düşmanlığını giderek sıradan bir durum olarak kabul ettiğini gözlemlemekteyiz. Almanya’da AfD, Avusturya’da Avusturya Halk Partisi (FPÖ), Fransa’da Front National (FN), İtalya’da Lega Nord, İngiltere’de Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP), Yunanistan’da Altın Şafak gibi göçmen ve İslam karşıtı siyasi yapılar, parlamentolarda çoğunluğu elde etmese de ülkenin kültürel ve siyasi iktidarını belirleyici rol oynuyor.
İslam düşmanlığının popülerleşmesi
Öte yandan İslam düşmanlığının bazı tanınmış yazar ve gazeteciler aracılığı ile popülerleştirildiğine şahit oluyoruz. İtalyan gazeteci Oriana Fallaci’nin İslam düşmanlığını körükleyen polemik kitabı, suni korkuları besleyen Fransız yazar Michel Houellebeq’in romanları, Almanya Merkez Bankası Yönetim Kurulu Üyesi ve siyasetçi Thilo Sarrazin’in, göçmenleri aşağılayan ve Almanya’nın sırtında kambur olarak gören kitabı en çok satan listelerinde aylarca durarak, milyonlarca kişi tarafından okunan ve nefret tohumları eken kitaplardan bazıları. Bu üç Avrupalı yazarın ortak yönü, İslam ve yabancı düşmanlığı ile “öteki” konumuna soktukları Müslümanlara karşı nefret suçunu ve ayrımcılığı normalleştirmeleri.
Oysaki Avrupa İslam ile kavga ederek kendisine daha iyi bir gelecek inşa edemeyecektir. İslam ve Batı toplumlarının, birbirlerini daha iyi anlamaları gerekiyor. İslam’ı ötekileştirerek Avrupa’nın kendini çoğulcu, Müslümanları ayrımcılığa maruz bırakarak kendini özgürlükçü tanımlaması mümkün değil. İslam ve Müslümanların ötekileştirilmesi sürecinin son bulması, Batı ülkelerinin savunduğu değerler açısından bir samimiyet testi olarak değerlendirilebilir.
[Doktora eğitimini Georgetown Üniversitesi’nde tamamlayan, İslam felsefesi, İslam ve Batı ilişkileri ve Türk dış politikası hakkında yayımlanmış pek çok kitabı ve makalesi bulunan Prof. Dr. İbrahim Kalın, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü, Büyükelçi, Cumhurbaşkanı Özel Danışmanı ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcısıdır]