Avrupa Ordusu: Hayaller ve gerçekler

Pratikte Avrupa’nın dünya jeopolitiğinin başat askeri gücü olarak yükseldiğini ya da görünür gelecekte yükseleceğini iddia etmek için mevcut gerçeklikten kopuk olmak gerekiyor.

Avrupa’da stratejik otonomi fikri, üzerine bir düşünce kuruluşu raporu yazmak için çok cezbedici olsa da, üzerine bir savunma ekonomisi ve savunma planlaması kurmak için yeterince uygulanabilir değil. Çünkü, basitçe anlatmak gerekirse, ilk seçenekte telif hakkı kapsamında para almak, ikinci seçenekte ise katlanan savunma harcamaları nedeniyle vergi mükellefi olarak para vermek gerekiyor.

Avrupa Ordusu tartışmaları yeniden gündemde

Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron’un geçtiğimiz hafta bir Avrupa Ordusu kurulmasına ilişkin sözlerine, Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı bir konuşma ile destek vermesi dikkatleri bir anda bu alana çekti. Avrupa Birliği’nin iki büyük gücünün en tepesinden gelen açıklamalar, AB yetkilileri tarafından da memnuniyetle karşılandı. Esasen, ilk bakışta konunun Başkan Trump yönetimine tepkili olan ve ABD’nin savunma taahhütlerinin sürdürülebilirliğinden endişe eden kıta Avrupası devletlerinin, kendi yollarını çizme iradesi olduğu düşünülebilir. Ancak, durum bundan farklı. Zira Trump yönetiminin Avrupalı müttefiklere yönelik eleştirilerini, elbette daha diplomatik ve saygılı bir üslupla, Obama yönetimi ve NATO Genel Sekreterleri de çokça dile getirmişti. Açıkçası, dünyadaki askeri trendlere ve kapasitelere bakıldığında, Avrupa Ordusu, üzerinde çok konuşulacak, AB üyesi birçok devlet liderinin seçim süreçlerinde de kullanacağı bir proje. Ancak, büyük ihtimalle, bu orduyu, bir askeri harekatta ya da, söz gelimi Moskova’nın dikkatle izlediği geniş kapsamlı bir tatbikatta görmek mümkün olmayacak.

Şu gerçeği de ortaya koymak gerekiyor. Başkanlığının ilk gününden itibaren, Donald Trump yönetimi ve Avrupa Birliği’nin önde gelen ülkeleri, kritik güvenlik ajandalarında birbirlerinden çok farklı tutumlar takındılar. Örneğin, Washington’un İran ile yapılan nükleer anlaşmadan (JCPOA-Joint Comprehensive Plan of Action) tek taraflı olarak çekilmesi ve Rusya ile nükleer atış vasıtası olarak kullanılabilen füze kategorilerinde sınırlama sağlayan Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması’ndan (INF-Intermediate Range Nuclear Forces Treaty) çekilme niyetini açıklaması gibi radikal adımlar Avrupa siyasa çevreleri tarafından endişeyle karşılandı. Üstelik, söz konusu kararlar verilirken birçok müttefikin görüşlerinin de hiçe sayıldığı anlaşılıyordu. Dahası, ABD Başkanı Trump’ın NATO’yu ‘modası geçmiş’ olarak tanımladığı bir demecinin basına yansıması ve Beyaz Saray’ın NATO müttefiklerinin savunma harcamalarını artırması hususunda kullandığı sert sözler, Avrupa’da olumsuz yankılar buldu. Yine Başkan Trump’ın 2018 Brüksel NATO Zirvesi öncesinde, Şansölye Merkel’e sosyal medya üzerinden Almanya ile Rusya arasındaki enerji ilişkileri konusunda diplomatik nezaketin ötesinde ifadelerle yüklenmesi de tepkilere neden olmuştu.

Yukarıda belirtilenlere ek olarak, kıta Avrupası strateji çevrelerinde, yeni Beyaz Saray yönetiminin -Savunma Bakanı Mattis’in patronluğundaki Pentagon’a rağmen- Avrupa’nın savunmasına ilişkin taahhütlerinden bazı geri adımlar atabileceğine ilişkin ciddi endişelerin olduğunu da söylemeliyiz. Hatta, bu endişeler henüz Trump göreve başlamadan o kadar belirginleşmişti ki, dönemin ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, görevini devretmesine 48 saat kala yaptığı 2017 Davos konuşmasında Washington’un müttefiklerine ilişkin savunma garantilerinin sorgulanamayacak, ‘kutsal’ taahhütler olduğunun altını çizmek durumunda kalmıştı.

Trump’ın üslubu sebep mi komplikasyon mu?

Trump yönetiminin tavrı ve Brexit faktörleri, kıta Avrupası’nda daha sert bir retoriğin yerleşmesine neden oldu. 2017 yılında Şansölye Merkel, Avrupa’nın kendi kaderini ellerine alması gerektiğini savunan bir konuşma yaptı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron da, son olarak benzer bir çıkış ile gündeme geldi ve bir ‘Avrupa Ordusu’ kurulması fikrini ortaya attı. Tüm bu çıkışlar aynı reaksiyonun ürünleri.

Avrupa Ordusu düşüncesi, Merkel yönetiminden de destek gördü. Öte yandan, Avrupa güvenliğinin ABD’den göreli bağımsız yürütülmesine ilişkin görüşlerin NATO’nun doğu kanadı ülkelerinde (Polonya ve daha çok da Baltık devletlerinde), Fransa ve Almanya kadar hevesle karşılanmadığının da altı çizilmeli. Zira, bahse konu ülkeler, hemen yanı başlarında, Rus Batı Askeri Bölgesi’nin seçkin birliği 1. Muhafız Tank Ordusu’nu görüyorlar. Bahse konu birlik harekete geçerse, NATO yetenekleri olmaksızın, Avrupalı liderlerin sert söylemleri ve diplomatik kınama mesajları ile durdurulması da açıkçası pek mümkün değil.

Elbette, bir de bazı Amerikalı stratejistlerin eleştirilerine kulak vermek gerekiyor. ABD’deki Avrupa eleştirileri, Washington’un Japonya, Güney Kore gibi müttefiklerinin askeri alanda üzerine düşenleri Avrupalılara kıyasla çok daha iyi yerine getirdiğini vurguluyor. 1990’ların sonunda, Avrupa’nın, askeri alandaki pasif tutumunun bir sonucu olarak, hemen yanı başındaki Kosova’ya dahi ABD yetenekleri olmaksızın müdahale edemediğinin altını çiziyor. Özetle, Avrupalılara tepkili olan Amerikalı stratejistler, Başkan Trump’ın üslubunun, sorunun nedeni değil bir komplikasyonu olduğunu değerlendiriyor. Bu yaklaşıma göre sorunun asıl nedeni, ABD savunma taahhütlerini, yükümlülüklerini yerine getirmeseler de değişmeyecek bir jeopolitik dogma olarak gören ve savunmaya para harcamayarak Amerikalı vergi mükellefleri üzerinde büyük yük oluşturan Avrupalı müttefikler.

Burada bir konuyu da açıklığa kavuşturalım. Avrupalıların daha çok sorumluluk alması ve savunma harcaması yapması gerektiği Trump yönetiminin bulduğu bir politik argüman değil. Obama yönetimi de benzer bir anlayışı birçok kez dile getirmişti. Örneğin, dönemin savunma bakanı Robert Gates, 2011 yılında görevden ayrılmadan hemen önce, üstelik de Brüksel’de, Avrupalı müttefikleri sert dille eleştirmiş, NATO’nun Libya Harekatı’nda Avrupalı birçok ordunun mühimmatlarının tükendiğini, Afganistan’da da yeterli askeri çabayı göstermediklerini; böyle giderse ABD Kongresi’nde kendi savunmalarına gerekli kaynakları ayırmayan ülkelerin desteklenmesi için giderek azalan bir istek bulacaklarını belirtmişti. Gates’e göre, Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra ABD’nin NATO içindeki yükü yüzde 75 oranına çıkmıştı ve bu durum kabul edilemezdi.

Açıkçası, Savunma Bakanı Gates’in eleştirileri ile Başkan Trump’ın sözleri arasındaki fark, Gates’in Brüksel’de bir düşünce kuruluşunda, diplomatik nezaket sınırları içinde kalarak ifade ettiklerini, Trump’ın akıllı telefonunun sosyal medya uygulamalarından, diplomatik nezaketin çok ötesinde, muhataplarının onurlarını kırıcı bir üslupla aktarması.

Savunma planlaması ve transatlantik uçurum

Dış politik söylemleri bir yana bırakıp, konuya savunma ve askeri modernizasyon profesyonel penceresinden bakıldığında gördüğümüz manzara şu: ABD Silahlı Kuvvetleri çok daha rafine bir envantere sahip. Örneğin, ana muharebe tankı envanteri M1 Abrams varyantları üzerine kurulmuş durumda, Avrupa genelinde 17 farklı tanktan söz ediliyor. Yine Avrupa’da onlarca farklı platform ve silah sistemi, çeşitli ülkelerin savunma sektörlerine ve silahlı kuvvetlerine dağılmış durumda. Söz konusu ülkeler, aynı segmentteki ürünler için farklı programlar yürütüyor. Bu nedenle, mükerrer harcamalar dolayısıyla her yıl en az 25 milyar avro’luk ek maliyet ortaya çıktığı düşünülüyor. Kötümser tahminler bu maliyetin 100 milyar avro’yu bulabileceğini değerlendiriyor. Zira, AB üyesi ülkelerin savunma portföyleri ortalama yüzde 80 civarında milli programlar ve projeler ile idare ediliyor. Ortak Ar-Ge bütçeleri de olması gerekenin çok altında.

Tüm bu sorunların çözümü için AB, geçtiğimiz yıl Avrupa Savunma Fonu’nu uygulamaya koydu. 2021-2027 yılları arasında yaklaşık 13 milyar avro’luk bir bütçe hedefleyen fon, 2019 sonu itibarıyla 90 milyon avro, 2020 sonrasında da 500 milyon avro’luk bir payı kritik Ar-Ge çalışmaları için ayıracak. Öncelik olarak da robotik, metamateryaller, elektronik ve kriptolu software alanları belirlendi. Ayrıca, her bir projenin desteklenmesi için en az üç üye devletten en az üç paydaşın bulunması şartının getirilmesi de dağınık savunma sanayii panoramasının rafine edilmesi açısından olumlu.

Ar-Ge için belirtilen çalışma sahaları gerçekten de isabetli. Öte yandan, bunun dünyadaki savunma dengeleri için bir oyun-değiştirici olamayacağını da belirtelim. Örneğin, Çin Halk Cumhuriyeti, tam da AB’nin Savunma Fonu’nu hayata geçirdiği 2017 yılında, özel sektör ve devlet kurumlarını 2 bin ayrı askeri araştırma projesinde destekleyen 800 milyon dolar’ın üzerinde bir fon oluşturdu. Daha açık bir ifadeyle, Avrupa Savunma Fonu, Avrupa envanterleri açısından büyük bir katkı oluşturacak, bu bir gerçek. Öte yandan, dünyada jeopolitik mücadelenin odak noktası artık Avrupa değil. Nitekim, 2018 yılında yayımlanan ABD Milli Savunma Strateji Belgesi’nin açık özeti, Washington’un önceliğinin Asya-Pasifik alanındaki rekabet ve Çin’in kapasitesindeki hızlı artış olduğunun altını çiziyor.

Avrupa Ordusu Vostok 2018’in bir benzerini gerçekleştirebilir mi?

2017 sonunda somutlaştırılan Yapılandırılmış Daimi İşbirliği (PESCO), hatırlanacağı üzere, AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker tarafından, Twitter hesabında “güvenliğimiz dış kaynaklara devredilemez” ifadesiyle, büyük coşkuyla karşılanmıştı. İnisiyatif kapsamındaki en önemli projelerden biri de Avrupa’da kuvvet kaydırma ve askeri intikal kabiliyetlerinin artırılmasına yönelik Military Mobility oldu. Ancak bahse konu proje, ciddi bir kapasite yetersizliğinin de altını çiziyor. Zira, Avrupa’da gerek yasal düzenlemelerdeki gerekse ulaştırma altyapılarındaki eksiklikler, askeri birliklerin bir ülkeden diğerine hareket etmesini oldukça zorlaştırıyor.

Avrupa topraklarının savunmasının transatlantik garantilere ve ABD’nin yeteneklerine bağlı olmaksızın yapılması, yani stratejik otonomi kazanılması hususunda son yıllarda devlet başkanı düzeyinde birçok açıklama yapıldı. Bu açıklamaların önemli bir bölümü NATO’yu dışlamasa da, Avrupa merkezli yeni bir savunma anlayışının gerektiğini belirtiyordu. Siyasi olarak bu retorik gerçekten de çok önemli, zira Trump yönetimi ile Avrupa’nın önemli başkentleri arasındaki uçurumu gösteriyor. Bununla birlikte, pratikte Avrupa’nın dünya jeopolitiğinin başat askeri gücü olarak yükseldiğini ya da görünür gelecekte yükseleceğini iddia etmek için mevcut gerçeklikten kopuk olmak gerekiyor. Daha da açık konuşmak gerekirse, bazılarına bu satırların yazarının da katıldığı ve ağırlıklı olarak savunma konularındaki teknik uzmanlardan oluşan uluslararası toplantılarda, Çin’in yapay zeka yatırımları, Türkiye’nin de içinde bulunduğu silahlı insansız sistemler üreticisi ülkelerin politikaları, Rusya’nın siber ve enformasyon operasyonları bağlamındaki yetenekleri ve artan savunma ihracatı, ABD’nin gelişmiş savunma projeleri ajansı olan DARPA’nın teknoloji-yoğun programları öncelikli tartışma ve ilgi konuları oluyor. ‘Yükselen bir askeri güç olarak Avrupa’ gibi bir oturuma rastlamak ise pek mümkün görünmüyor.

Özetle, halihazırda yaşanan gelişmeler ve somut savunma trendleri incelendiğinde, stratejik otonominin ve Avrupa Ordusu fikrinin üzerinde sıklıkla tartışılacak, birçok Avrupalı think-tank tarafından hakkında toplantılar düzenlenerek raporlar yayımlancak, öte yandan görülebilir gelecekte hayata geçirilemeyecek bir ‘rüya’ olduğu görülüyor.

Biraz da hayal gücünü provoke edecek bir soru ile bitirmek gerekirse; NATO üyesi Türkiye, Birleşik Krallık, ABD gibi devletler olmaksızın, salt PESCO içinde kalan AB üyesi ülkeler, Rusya Federasyonu’nun Vostok 2018 Tatbikat’ında gerçekleştirdiği askeri yığınak ölçüsünde bir faaliyeti, savaş koşulları da aranmaksızın, önümüzdeki on yıl içerisinde başarıyla yapabileceklerini düşünüyorlar mı? Ya da silahlı insansız askeri hava sistemleri pazarında, Avrupa’nın, önümüzdeki on yılda mevcut export dengelerini alt-üst edecek bir çıkış yapacağını rahatlıkla söyleyebilecek kaç kişi var? Bu soruya Trump yönetimine tepkili Avrupalı dostlarımız ile savunma planlaması alanında çalışan profesyonellerin verecekleri yanıtlar farklı olabilir. Ancak unutulmamalıdır ki, askeri modernizasyon ve askeri strateji planlaması, somut savunma ekonomisini, harbe hazırlık durumunu ve savunma sanayii sektörel yeteneklerini esas almak durumundadır. Örneğin, bizzat ana akım Almanya basını, Alman Hava Kuvvetleri’nin harbe hazırlık seviyesinin çok düşük olduğunu belirten haberler yapıyor. Bu problemin acilen çözülmesi, ortak bir Avrupa Ordusu’ndan çok daha uygulanabilir bir hedef olacaktır. Zira DEAŞ karşıtı koalisyon, yoğun ve etkili hava gücünün salt devlet düzeyindeki tehditlere karşı düşünülemeyeceğini ortaya koydu.

Açıkçası, mevcut koşullarda Avrupa için gerçekçi stratejik hedefler, savunma fonu ile dağınık envanterleri mümkün olduğunca rafine hale getirmek, Ar-Ge bütçelerini robotik harp, yapay zeka, siber kabiliyetler, elektronik harp sistemleri gibi yükselen, teknoloji-yoğun alanlarda tahkim etmek, savunma harcamalarını artırmak ve tüm bunları yaparken AB üyesi olmayan NATO üyesi devletleri Avrupa’nın savunmasına yabancılaştırmamaktır. Ayrıca, Almanya ile Hollanda askeri işbirliği ya da kimileri AB, kimileri de NATO üyesi olan İskandinav ülkeleri arasındaki NORDEFCO (Nordic Defense Cooperation) modelleri, Soğuk Savaş’tan beri süregelen savunma şemsiyesine bir alternatif olmaksızın geliştirilebilir. Bundan daha fazlasını istemek, strateji ve harp teorileri terminolojisi ile ifade etmek gerekirse, imkan ve kabiliyetleri aşan askeri-siyasi hedefler belirlemek anlamına gelecektir.

[Dr. Can Kasapoğlu İstanbul merkezli bir düşünce kuruluşu olan Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Merkezi’nde (EDAM) savunma analistidir]

 

 

AA

Read Previous

Anadolu Efes Panathinaikos’u 78-62 yendi

Read Next

İsrail askerleri Gazze sınırında 40 Filistinliyi yaraladı

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *