Avrupa ülkelerinin liderlerinin Balkan ülkeleri üzerindeki etkinliklerinin artmasının sosyolojik yakınlıktan çok jeopolitik üs olarak görmelerinin yattığı siyasi harita okumaları yapıldığında daha çok belirginleşiyor.
Omer Jashari / Dünya Bülteni
Nisan ayının sonunda Balkanlar ile ilgili Avrupalı liderlerin söylemleri oldukça dikkat çekici idi. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’nda Balkan ülkeleri ile ilgili yaptığı konuşmada, ‘Karşı karşıya olduğumuz jeopolitik risk, Batı Balkan ülkelerinin Rusya veya Türkiye’ye kaymasıdır. Balkan ülkelerinin yönlerini Türkiye veya Rusya’ya doğru dönmelerini istemiyorum’ açıklamasında bulundu.
Macron’un açıklamasında tarihsel anlamda yeni bir şey olmamasına rağmen konuşmada Türkiye ve Rusya’nın aynı cümle içinde geçmesi elbette düşündürücüdür. Zira hâlihazırda özellikle Türkiye karşıtı kampanyanın bir parçası olarak Türkiye’yi Rusya ile birlikte istikrarsızlaştırıcı bir aktör olarak tanıtma amacı ve çabaları çeşitli Balkan medyalarında görmek mümkündür.
Türkiye’nin özellikle Ortadoğu özelinde Rusya ile yakınlaşması ve kriz alanlarını çözmeye yönelik müzakere sürecinde, Batı’da oluşan Türkiye karşıtı kampanyanın tezahürleri, doğal olarak Balkanlar’da da yansımış durumunda.
Balkanlar’da Türkiye ve Rusya’yı eşit aktörler kategorisine koyan diğer bir açıklama da ABD’den geldi. Balkanlar uzmanı kimliği ile bilinen David Phillips Amerika’nın Sesi Arnavutça servisine benzer bir açıklama yaptı. Balkan ülkeleri liderlerini Rusya ve Türkiye’nin etkinliğine karşı uyardığı konuşmada ayrıca Kosova’da MİT ve AKİ tarafından gözaltına alınan FETÖ’cülerin operasyonu ile ilgili de soruşturma çağrısında bulundu.
Söz konusu bu söylemi yoğun kullanan Batı destekli medya ve siyasetçilerin yanısıra, Batılı üst düzey liderlerin de fiili olarak hemfikir olduklarını açıklamaları aslında bundan sonraki süreçte Türkiye’nin Balkanlara olan yaklaşımındaki zorluklarla ilgili fikir vermektedir. Zira son zamanlarda uluslararası arenada Türkiye ile ilgili olumsuz yaklaşım sergileyen birçok üst düzey Batılı liderler de mevcuttur.
Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk çıktığı 3 günlük Balkanlar turunda Arnavutluk, Makedonya, Sırbistan ve Bosna Hersek’i ziyaret etti. 24 Nisan tarihinde Arnavutluk’u ziyaret eden Tusk, Arnavutluk Başbakanı Edi Rama ile yaptığı ortak basın açıklamasında ‘Osmanlı imparatorluğunu Avrupa’dan uzak tutan şanlı tarihinizdeki İskender bey gibi sizin de başarılı olacağınıza inanıyorum’ şeklinde sözler sarf etti. Konuşmasının devamında Tusk, “Başta Arnavutluk olmak üzere Batı Balkanların AB’ye entegrasyonu hem Balkanlar için hem de Avrupa için önemlidir” dedi. Tusk yaptığı açıklamalarda ‘Balkanlar’ın AB’ye girişinin sağlanması gerektiğini’ söyleyerek ‘Bunun karşılıklı olarak stratejik bir çıkar olduğunu’ belirtti.
Bu konuşmada Tusk’ın Arnavutluğa İskendey Bey gibi Osmanlı Devletine karşı savaşmış bir ismi hatırlatmaya ihtiyaç duyması düşündürücüdür. Muhtemelen Arnavutluk Başbakanı Edi Rama’nın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile olan yakın ilişkilerinden AB liderleri rahatsızlık duyduğu görülüyor.
Batılı liderlerin ve analistlerin Türkiye ile ilgili menfi söylemlerinin yerel yöneticilere olan yansıması dikkate alınması gereken bir meseledir. Zira Balkanlı yerel yöneticiler Batıdan gelen en ufak bir sinyali çok ciddiye alır. Tüm Balkan ülkeleri AB üyesi olma istekleri yüzünden Batı’dan gelen bu sözler hem halk hem de yöneticilerin itirazsız bir şekilde kabule açık sözleridir.
Diğer önemli bir sebep de şüphesiz Rusya’nın olumsuz imajı ile ilgilidir. Tarihsel bir yansıma olarak özellikle -Slav-Ortodoks halkların dışında- Rusya, istikrarsızlaştırıcı ve her olumsuzluğun kaynağı olarak görülür. Bu kapsamda Türkiye’nin isminin Rusya ile eşit ve aynı kategoride anılması Balkan halkları ve AB’ye mahkum liderlerin zihinlerinde ciddi anlamda olumsuz bir çağrışım oluşturur. Bu anlamda Macron ve Tusk gibi liderlerin söylemlerini aslında rastgele söylenen sözler olarak değerlendirmemek gerekir.
Bununla birlikte Macron’un sarfettiği sözler aslında uzun vadede tarihsel algının bir parçası ve var olan bir gerçekten ötesi değildir.
Balkanlar’da AB ve Türkiye
Daha önce Avrupa devletleri Türkiye’nin Balkanlardaki etkinliğinden rahatsız olmalarına rağmen hem ABD’nin Türkiye ile olan ittifakından doğan olumlu hava hem de Rusya’nın bölgede daha fazla etkin olmaması hasebiyle fazla ses çıkarmadılar.
ABD’nin, Balkanlarda bir yandan Rusya’yı uzaklaştırırken, diğer yandan Almanya ve Fransa gibi güçleri de dengelemek adına Türkiye ile yakın işbirliği içinde çalıştığı bir gerçektir. Hatta kimi ülkelerde ABD-Türkiye yakınlığı o kadar belirgindi ki ABD bazı askeri tesislerini bile Türkiye’ye bırakmayı düşünüyordu. Mesela bunun en tipik örneği Kosova’da bulunan Bondsteel askeri üssüdür.
Türkiye ile ABD arasında süren müzakereler her iki tarafın da prensipte mutabakata varmalarına rağmen, AB’nin müdahalesi ve Sırbistan’ın ısrarı sayesinde bu devir-teslim gerçekleştirilmedi. Ardından Suriye’de başlayan ve FETÖ terör örgütü üzerinden devam eden karşılıklı restleşmeler ve zayıflayan ilişkilerden dolayı devir-teslimin gerçekleşmemesinin yanısıra, ABD giderek AB ülkelerin politikalarına yakınlaşmaya başladı.
Bu noktada ABD ve AB’nin Balkanlara olan yaklaşımı ve vizyonunun yine aynı olmadığını belirtmek gerekir. Zira ABD için Balkanlar oldukça uzak ve daha çok küresel güçlerle denge unsuru olarak görülürken, bu durum AB için geçerli değildir. AB coğrafi bütünlük olduğu için geliştirdiği yeni vizyonu ile Balkanları kültürel olarak da entegre etmeye uğraşıyor. Zira tarihte ve özellikle de Arap Baharı sürecinden sonra oluşan mülteci krizi ve güvenlik zafiyetleri, AB için Balkanların daha da önemli olmasına sebep oldu.
Bunun için Avrupa Birliği ülkeleri ve çeşitli çevreler arasında Balkanlar ile ilgili yoğun şüpheler var olduğu gibi, söz konusu süreçten sonra Balkanları AB içinde görmek istemeyen radikal ve milliyetçi gruplar, mülteci krizinde Balkanların bir güvenlik çemberi rolünü oynamalarından dolayı ikna olmuş gözüküyor.
AB’nin bu konjonktürü yakalamasının ardından süreçlerini hızlandırarak vize muafiyeti olmayan ülkelere vize muafiyeti sağlamak, üye olmayan ülkelere de üyelik müzakereler faslını açmaya başlayarak yeni bir konsepte geçtiğini görülüyor.
ABD’nin Balkanlar’da eskisi gibi Türkiye’yi dengeleyici bir unsur olarak görmek istememesi durumunda geçmişte Balkanlar’da yakın işbirliği yerine giderek ilişkisini bir rekabete dönüştüreceği anlamı ortaya çıkıyor. AB ülkeleri de bu durumu fırsat bilerek Türkiye’nin Balkanlar’daki etkinliğini büyük ölçüde yitirmesi için uğraş vermektedir.
Bu anlamda her ne kadar Fransa Cumhurbaşkanı Macron öne çıksa da aslında Almanya Balkanlar’da daha da önemli bir konumdadır. Almanya’nın ekonomik hacmi ve gücü, Balkan ülkelerinin ekonomilerini yönetme ve bundan kaynaklanan sosyal hoşnutsuzluğu büyük ölçüde yönetmeye en güçlü adaylardan bir tanesidir.
AB son dönemlerde Balkanlar’da Osmanlı döneminden sonra kurulan milli devletlerin sınırsal, ekonomik, toplumsal ve tarihi problemlerini hızlı bir şekilde çözerek tüm Güney Balkanları AB içine almak suretiyle dışarıdan gelen tüm etkilere engellemek istiyor. Bunun için tarihi ve sınırsal Arnavutluk-Yunanistan, Makedonya-Yunanistan, Kosova-Karadağ, Kosova-Sırbistan, Hırvatistan-Slovenya rekabetlerini çözerek hızlı bir entegrasyonu sağlamak istiyor. Bu açıdan bakıldığında tüm bu süreç aslında Balkanlarda sadece romantik bir söylemin ötesinde somut bir planın ve uzun vadeli bir projenin sonucu olarak görmek gerekir.
Sonuç olarak Balkanlar AB’nin genişleme politikasının en önemli stratejik hedefleri arasında yer alıyor. Bu doğrultuda toplumsal olarak AB yanlısı ve genel olarak Batı yanlısı Kosova, Arnavutluk ve Bosna Hersek gibi ülkelerin AB’ye girmesi ve diğer yandan Avrupa’daki Ortodoks dünyasının önemli aktörlerden olan Sırbistan gibi Makedonya’nın da birliğe dahil olması şüphesiz son dönemlerde uzun vadeli kültürel ve tarihsel stratejik olaylardan bir tanesi anlamına gelecektir.
Sırbistan’ın AB’ye olası üyeliğini yalnız Balkanlar-AB çerçevesinde görmek yanlış olur. Zira bu adımın Katolik-Ortodoks dünyasını etkileyen tarihi jeopolitik ve fikirsel başlıca olaylardan bir tanesi olması muhtemel.
Diğer yandan tüm bu sürece rağmen Avrupa’nın Balkan halklarına olan tarihsel bakışı değişmezken, daha ziyade jeopolitik bir tercih sebebiyle farklı bir politik strateji ile Balkanları Avrupa sınırları içine almak ve yabancı fikir ve kuvvetlerin girişini büyük ölçüde sınırlandırmak ana amaçları arasında göstermek mümkündür. Yoksa Avrupalıların Balkan ülkeleri hakkındaki edebi ve akademik olumsuz imajlarının değiştiğini söylemek mümkün değildir. Mesela Avrupa’nın bu siyasal yeni yaklaşımının literatür ve fikirde yansıyan herhangi bir yansımasının var olduğunu söylemek mümkün değildir. Post kolonyal ve anti-emperyalizm çalışmaları istisna olarak tutacak olursak -ki bu çalışmalar genelde Balkan halklarına neredeyse hiçbir şekilde dokunmamıştır- Avrupa’daki aydınların Balkan halkları hakkındaki olumsuz algıları olumluya çevirmeye herhangi bir çabaları olduğunu görmek mümkün değildir.