Bundan tam altmış dokuz yıl öncesi, 27 Şubat 1948, Makedonya Türkleri için kapkaranlık bir gün. Gölgede kalan dört adam, sessizce sıkılan dört kurşun, hem de sırtlarından. Vurdular ve onların vuruluşu susturdu asırlara sığamayan bir milleti. Bağlar kesildi ve kelâm karanlığa gömüldü. Misakı milli sınırları dışında kalanlar başını öne eğdi. Dört can, dördü de tertemiz insanlardı, Kur’an ile bayrak üzerine yemin etmişlerdi. Kulaklarda çınlıyor şimdi söyledikleri son cümle: “Milletimin kurbanıyım…” Tam altmış dokuz yıl önceydi, onlar ne bir cana kıymışlar ne de birini incitmişlerdi, ellerinde ne bir barut kokusu ne de kurşun izi vardı. Kalem kurşunu ile hasbihal etmişlerdi hep. Düşmanın mahkemesinde, yalancı şahitlerle düzmece bir oyun gölgesinde hâkim kararını açıkladı: İdam! Tito’nun Yugoslavya’sında hem de. Dört cana kıydılar, yüzlerce kişiye de işkence ettiler.
Evet, onlar Yücelciler idi, Makedonya’da İkinci Dünya savaşı döneminde yaklaşık 300 bin Türk’e umut olmuşlardı. Üsküp, Köprülü başta olmak üzere Makedonya’da dağınık şekilde yaşayan Türkleri bir arada tutmaya çalışıyorlardı. Savaşın en çetin döneminde Türklerin kaderi ne olacak diye dert edinmişlerdi. Yücel Teşkilatı’nın gayesi, milli ve manevi değerlere sahip çıkarak Türk kimliğini korumak ve kurulacak devlette hakça temsil edilmelerini sağlamaktı. Stalin destekli Titocular ile İngiliz kraliyetinin desteklediği Mihaylovistler’in arasında kalan Müslüman nüfusun, özellikle de Türklerin çok zarar göreceği aşikârdı. Bütün bu yaşananlarda son bir umut, “Anavatana” olup bitenleri aktarmak ve doğal olarak yardım istemekti. Yücelciler, aralarından beş kişi seçerek Ankara’ya gönderdiler, ancak oradan aldıkları cevap hayalleri yerle bir etti. Elleri boş, yürekleri yaralı, biraz da kırgın döndüler Üsküp’e. Yıllardır yutkunarak söylediğimiz, aklımıza gelince kalbimize bir hançer gibi saplanan İsmet İnönü’nün sözleriyle döndüler. Ardından bir soğukluk yayıldı, bu soğukluğa iten cümleler bir dalga gibi yankılanırken kulaklarda, duvardan duvara çarpıyordu kelimeler: “Misak-ı milli hudutları dışında Türk ve Müslüman unsuru diye bir şey kabul etmiyorum. Zaman çok vahimdir. Türkiye dışarıyla uğraşmamalıdır. Türkiye’nin başını ağrıtmayın.” (Mehmet Ardıcı, Yücelciler 1947, s. 16)
Kocaman bir sessizlik. Bu yolda yalnızız artık! Her şeye rağmen bu dava devam etmeliydi, pes etmek yok. Geçen yıl yine aynı konuda, fakat genelde Yücelcileri tanıtan bir yazı yazdım; idam edilme sebeplerini, ardında bıraktıkları mektupları, emanetlerini, yaptıkları işleri, yayınladıkları ilk gazete, kitap ve dergileri anlattım. Ancak Makedonya Türkleri için bu hafta Yücelciler haftasıdır, bütün bir hafta zarfında onları anmak için türlü faaliyetler yapılıyor. 27 Şubat denildiğinde akla ilk Yücelciler geliyor burada. Türkiye’de son dönemde çokça konuşulan idam meselesi, terör örgütleri, bombalı saldırılar, 15 Temmuz gecesi, suikastlar ve her şeye rağmen başı ağrıyan bir Türkiye var karşımızda. Farklı farklı terör gruplarından devamlı saldırılara maruz kalan bir Türkiye var karşımızda. Tam da o Türkiye bugün hem güçlü durmaya, hem de sınırları dışında da yardıma koşmaya çalışıyor. Diğer taraftan bütün bu terör gruplarına kucak açan Batı dünyası. 15 Temmuz’da katliama göz yuman Batı dünyası, 27 Şubat’ta bu kanlı drama da göz yummuştu. Öyle bir oyun ki bu, düşman bazen mahkemede hâkimdi, bazen de askerin içinde hain. Gözümüz açık, yüreğimiz endişeli, her 27 Şubat tarihi bizim kuşkularımızı yeniden diriltiyor. Özellikle geride bıraktığımız yıl içinde yaşananlar travmalarımızı tekrar canlandırmaya yetti. Ya başarsalardı? Ya darbe planları başarılı olsaydı? Buradaki Türk toplumu için “Artık tek başınasınız!” cümlesi bir travmadır çünkü.
Bir toplumun travmalarını, korkularını, mutluluklarını, kültürleri kadar tanımanız lazım, ancak o zaman bir toplum hakkında sağlıklı fikirler sunabilirsiniz. Su uyur düşman uyumaz, 2016’da bunu çok net ve açık biçimde gördük. Eğer düşmanın suyunda yüzmeye koyulursanız, kulağınıza kirli su girebilir, iltihap kapabilirsiniz. Daha açık anlatmak gerekirse, bazı dengeleri sağlamak için buradaki toplumların yolları idama varmış, yüzleri tanınmayacak şekilde yumruklanıp çeşitli işkencelerden geçmiş, aynı toplumun bir kesim insanları da buna göz yummuş hatta yalan yere şahitlik etmiş. Gün gelir aynı insanlar sizin kulağınıza öyle bir şey fısıldar ki bir anda yeniden yeşertebilirsiniz düşmanın bahçesini. Balkanlar uzaktan göründüğü gibi değil çünkü. Balkanlar hakkında bir fikir üretmek için Bal ve Kan’ı ayırmak lazım önce. Baldan beslenip şehadet şerbetini içenlerle kandan beslenenler arasında dağlar kadar fark var. Bir gün gezmekle, yüzlerce kitap okumakla da anlaşılmaz. Dostu tanımaktan geçer bu yol, şekeri zehirle karıştırmak bize zarar vermez elbet ama ne demiş Mevlana; “O zehri, o şekerle sen bir ediyorsun, etme…”
Evet, bir idamdı, mezarsız dört beden ve onlarca kişi yüzer yıl hapse mahkûm edildi. Bir idam ve yüz binlerce kişi ülkeyi terk etti. İkinci bir göç dalgasına sebep olan bir idam. Bizi bizden koparan bir idam. Sonrasında yıllar fırtına gibi gelip geçse de bu topraklarda bir yerlerde kemikleri sızlayan dört şehidin kanı toprağın yedi kat altına karıştı çoktan. Şuayip Aziz İshak, burada! Ali Abdurrahman, burada! Nazmi Ömer, burada! Âdem Ali, burada! Evet, hepsi burada, çünkü şehitler ölmez. Avukat dahi tutmalarına izin verilmeyen dört şehidimizin mezarı olarak bildiğimiz yer hakkında kesin bir bilgimiz olmamasına rağmen, onları bir arabaya bindirip meçhule göndermişler. Üsküplü yazar Avni Engüllü’ye göre onları götüren şoförün anlattıkları Suşitsa diye bir yerde kurşuna dizdikleriymiş. Ancak aynı isimde Makedonya’da birkaç köy var, en güçlü ihtimal Üsküp’e 18 km yakın olan Suşitsa köyü. Bu yıl yapacaklarımızın başında, bu dört şehidimize birer mezar taşı yaptırmak ve iade-i itibar davasında onları savunup aklamak geliyor. Bu hepimizin borcudur, özellikle bizi “yalnızsınız, başınızın çaresine kendiniz bakın” travmasından kurtaracak olan Anavatanın da borcudur. Kim bilir belki iki dost ülke bu konuda bir anlaşma yapabilir, kim bilir belki de bu millet bir gün onların mezarları başında dua edebilme imkânına erişebilir.